Yusuf Atılgan (ya da tam adıyla Yusuf Ziya Atılgan), ahir ömrüne çok az eser sığdırmasına rağmen, Türk edebiyatına son derece güçlü tesirleri olmuş bir yazar. Benim de en fazla etkilendiğim romancılardan biri. Ama kitapları ne zaman aklıma gelse mutsuz olurum. Birisi yarım kalan “Canistan” olmak üzere toplam üç roman, bir de öykü kitabı yetmemişti çünkü bana. Hala da “bi yerlerden şöyle bin sayfalık bi romanı çıksa da okusam” gibi çılgın arzular beslediğim olur. Keşke daha çok yazsaydı, ciltlerce kitabı olsaydı. Ağzımıza bi parmak bal çalıp gitmiş sağ olsun. =)
Yıllarını memleketi Manisa’da, Hacırahmanlı köyünde geçirmiş Yusuf Atılgan. Ayrıca bazı eserlerinde de Hacırahmanlı’yı mekan olarak kullanmış. Roman ve öykülerinde hem kentten, hem köyden hikayeler anlatmış. Ama nerede olursa olsun, esas dillendirdiği şey insanın içindeki o kadim çatışma: varoluş sancısı. Karakterlerin hepsi, “Aylak Adam”da C., “Anayurt Oteli”nde Zebercet, “Canistan”da Selim, sonra öykülerindeki karakterler; “Tutku”nun Osman’ı, “Bodur Minareden Öte”nin isimsiz baş karakteri, “Eylemci” Emin Bey… Hepsi bir şekilde bu dünyada yer kaplamaya, hayata tutunmaya (tutunmak deyince aklına “Tutunamayanlar” gelen kaç kişiyiz? İyi, bu çağrışımı aklınızda ‘tutun’, ilerde tekrar değineceğiz. =) ) çabalayan, ama maalesef yapamayan ve bunun acısını derinden hisseden karakterler. Yusuf Atılgan’ın başarısı ise, bu karakterleri anlatırken her cümlesinde aynı varoluş acısını bize de hissettirebilmesi.
Bilen bilir. Mesnevi’de Rum ve Çinli ressamların iddiaya tutuştukları ünlü bir kıssa vardır. Çinli ressamlar duvarlarına yüzlerce renkle resimlerini çizerler, Rum ressamlar ise sadece duvarlarını cilalayıp durgun suyun yüzeyi gibi pürüzsüz ve berrak bir hale getirmekle yetinirler. Sonunda, iki duvar arasındaki perde kaldırıldığında, Çinli ressamların eserleri Rum ressamların parlattıkları duvara yansır ve olduğundan da güzel görünür. Bu kıssanın hissesi, mana aleminde yükselmek için gönlü saf ve temiz tutmanın kitap ezberlemekten daha evla olduğu. Biraz alakasız gelecek ama ben de Yusuf Atılgan’ın edebi yaklaşımını buna benzetiyorum.
Her yazarın elinde bir duygu, bir durum, bir ‘varoluş’ vardır; kalemin de dile gelip okuyucunun gönlüne dokunması gerekir -edebiyat budur çünkü-. Ve bu aşamada Atılgan’ın yaptığı şey, anlatımı mümkün olan en üst düzeyde saf ve berrak tutmak. Tumturaklı kelimelerden, şiirsellikten, hatta bazen devrik cümlelerden bile; velhasıl kafa karıştırıcı her şeyden uzak, yalın, anlaşılır bir üslup… Öyle yalın ve aslına uygun ki, köy hikayelerindeki şivenin yanında, kent hikayelerindeki diyaloglarda dahi ‘yapacam’, ‘gelecem’ gibi konuşma dili kullanımlar var. Sadece teknikte de değil bu yalınlık. Karakterlere ve durumlara baktığınızda da aynı saflığı görebiliyorsunuz. Kişilerin bütün o duygusal derinliklerine rağmen hikayelere bu denli basit hayatların taşınmasına, küçük ayrıntılarla bu kadar çok şey anlatılmasına karşı şaşma ile karışık bir hayranlık hissetmemek mümkün değil. Yusuf Atılgan duvarını o kadar temiz, o kadar berrak tutuyor ki; gerçek hayat o duvara yansıdığında hem olduğu gibi, hem de olduğundan daha derin, daha mistik görünüyor. Ve sonunda, onun kitaplarını okurken, parlatılan duvar biz oluyoruz; anlatılan hayatların aksi üzerimize düşüyor, her zerremizde hissediyoruz kulağımıza fısıldanan varlık kavgasını.
Bu yazıya başlarken benden önce neler yazılıp çizilmiş, şöyle bir bakayım dedim. Yüzeysel bir araştırmadan sonra da Yusuf Atılgan hakkında konuşurken onun kadar açık ve yalın olamayışımıza güldüm. Gerçi bunun sebebi belli, Atılgan’ın karakterleri, üzerinde öyle umumi ortamda tartışılabilecek şeyler yapmıyor genelde. Hem -biraz önce de söylediğim gibi- küçük ayrıntılardan büyük anlamlar çıkıyor ve bunları dile dökmek kolay değil (zaten dökebilsek biz de birer küçük Yusuf Atılgan’cık olurduk =) ); hem de olayların odağına yerleşmiş hadiseler, hakkında konuşulması çok müşkül şeyler. Ne demek istiyorum? Şöyle örnek vereyim: kitaplarında romantizmle zerre alakası olmayan, daha çok karakterlerin çizgi dışılığını besleyen, sorunlu bir cinsellik mevcut mesela; kelime hacmi olarak yer kaplamıyor, ama akış içinde sürekli yineleniyor. Örneğin; Anayurt Oteli’nde Zebercet’in içinde bulunduğu aşırı doz yalnızlığın yansıtılmasında çarpıcı bir anlatım aracı olarak bir çok kez kullanılırken, Canistan’da karakterler arasındaki ilişkiyi temellendirme aşamasında sık sık mevzubahis oluyor, Aylak Adam’da ise hem bir saplantı, hem de travma objesi olarak karşımıza çıkıyor. Tabii diğer her şey gibi bu da son derece yalın, hatta ilkel bir biçimde ele alınmış. Bunun dışında yer yer şiddet ögeleri de mevcut ve onlar da cezbedicilikten yoksun olacak şekilde anlatılmış, olması gerektiği gibi belki de.
Sanırım kitaplardaki en (belki de tek) modern, gelişmiş, medeni şey başta C. olmak üzere bazı karakterlerin ‘felsefeleri’. Elbette Yusuf Atılgan bir yazar olarak döneminin çok çok ötesinde. Ama biz bunu eserlerinde anlattığı kişiler ve durumların geleceğe ışık tutacak veya öncü niteliklerinden değil; tam tersi, hep atıl insanları konu edinen hikayelerinin benzersizliğinden anlayabiliyoruz. Çünkü Yusuf Atılgan, bir çok yazarın yıllar sonra yapacağı şeyi, bireyin yalnızlığını, duygu dünyalarındaki çatışmaları ve varoluş acılarını eserlerine yansıtmayı, kimsenin bu temaya eğilmediği çok erken bir dönemde, 1959 yılında yayınladığı Aylak Adam’la yapmış. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi yazarların (Ne kadar çok Kemal var) Toplumcu Gerçekçilik akımına altın çağını yaşattığı (bana göre diye ekleyeyim =) ) bir dönemde, kendini toplumdan büyük ölçüde soyutlamış, bütün enerjisini iç dünyalarındaki çetin savaşta harcayan karakterleri ele almak, her ‘benim’ diyenin yapabileceği bir şey değil kesinlikle. Ama kendisinden sonra gelenlere, bilhassa Oğuz Atay‘a ilham olduğunu göz önüne alırsak, zamanının ötesinde eserler verdiğini, hatta belki de hala zamanının gelmediğini iddia etmek yanlış olmaz.
Yusuf Atılgan, benim çok sevdiğim ve etkilendiğim bir başka yazar olan Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın öğrencisi; İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde hocalık yaptığı dönemde ders almış (ve hocasından son derece etkilenmiş olacak ki, oğlunun adını Mehmet Hamdi koymuş). İlk romanını yayınlaması ise üniversiteye girişinden 20 yıl sonra. 1958 yılına kadar birkaç öykü yarışmasına katılıp çeşitli dereceler almasının akabinde Aylak Adam’la Yunus Nadi Roman Yarışması‘na katılan Atılgan, Fakir Baykurt‘un “Yılanların Öcü” kitabının ardından ikinci olmuş. Ama roman gazetede tefrika edilmeye uygun bulunmamış ve bundan bir yıl sonra Varlık Dergisi tarafından yayımlanmış ancak. Burada yazının başında değindiğim “Tutunamayanlar”a ayrıca bi parantez açmak istiyorum: Oğuz Atay, Yusuf Atılgan’ı en sevdiği Türk yazarlar, Aylak Adam’ı da en sevdiği kitaplar arasında sayarmış ve bir görüşe göre, Aylak Adam kitabındaki bir ifadeden dolayı kitabına “Tutunamayanlar” adını vermiş. C.’nin bir arkadaşına içini dökerken söylediği bu sözler kitabın da özeti aslında. Bu yüzden yazımda yer vermek istedim.
“Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “— Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”
C.’ye çok benzeyen ikinci bir karakteri de, Aylak Adam kitabından hemen sonra yazdığı “Güdük Minareden Öte” öyküsünün kahramanı, isimsiz adam. Çok sevdiğim bir bölüm olduğu için bunu da sizinle paylaşmak istiyorum.
“En iyisi vapurlardı. Sağ elini saçlarından geçirip yanağına dayardı. Kimsenin göremediği, iki ucunda yalnız kaldığımız o kıldan ince köprüyü kurardık. “Biliyor musun, beni yokluğun eşiğinden sen çevirdin. Birbirimiz için varız biz.” derdim. Kendimi ona gerekli yapmaya uğraşıyordum belki. Dünyada ötekilerin de oluşunu bağışlıyordum. Vapuru yapan işçiler, yüzdürenler, onu iskeleye bağlayan kırmızı burunlu adam, ekmeğimizi pişiren fırıncı, ağabeyim, herkes biz olalım diye vardılar. Bizim için elbirliğiyle bu kısa yolculukları hazırlıyorlardı. Artık bu yolculuklar için yaşar gibiydim. Her şeyi ona göre değerlendiriyordum. Saatıma baktıkça, “En azından iki aylık vapur parası eder” diye düşünüyordum. Paramı çalacaklarından korkuyordum; kalabalığın içine karışınca sol kolumu iç cebimin üstüne bastırıyordum. Salt param olmadığı için vapura binemeyeceğim olursuzluğu korkunçtu. Uyuyamadan yattığım geceler en ince ayrıntılarına dek düzenlenmiş hırsızlıklar kurardım. Nedense düşlerimde bile sonunda hep tutarlardı beni, kaskatı bir gönül darlığıyla uyanırdım.”
Akabinde uzun bir ara vermiş Yusuf Atılgan. Derin, bunalımlı bir suskunluk dönemi geçirdikten sonra, 1973 yılında “Anayurt Oteli” ile edebiyata geri dönmüş. Romanın kahramanı Zebercet, Türk edebiyatının en etkileyici karakterlerinden biri. Etkileyici dedim ama, kişisel olarak sevilesi demiyorum. Etkileyici kelimesini ‘çarpıcı’ anlamında kullanıyorum burada. Sinemaya da uyarlanan Anayurt Oteli, Aylak Adam’a kıyasla çok daha karanlık bir roman. Zebercet karakteri keza, C. ile kıyaslandığında daha atıl, takıntılı, insanlarla ilişki kurmakta çok daha başarısız ve kendi varlığına dair problemi son derece vahim bir karakter. Belki ilerde Aylak Adam ve Anayurt Oteli hakkında birer yazı yazarım diye düşündüğümden, bu kitaptan sadece tek cümle alıntılayıp susuyorum:
“Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük.”
Bundan sonra benim çok ilgimi çeken ve aklıma geldikçe üzüldüğüm son kitabı geliyor: “Canistan”. Canistan; “Duruşma”, “Yargıç”,
“Tanık” ve “Sanık” bölümlerinden oluşacakken, yazarın ömrü vefa etmeyince son bölümü hiç yazılamamış bir kitap. Yusuf Atılgan’ın kitaplarını ilmek ilmek dokuyup sonunu da bir balyoz darbesi ile kapattığını bildiğimden, finali olmayan bu kitaba dair üzüntüm de çok derin. Belki de bu yüzden üzerinde en çok düşündüğüm, içinden en fazla şeyi hatırladığım kitabı Canistan. Ki Anayurt Oteli ve Aylak Adam’a kıyasla dört ayrı öykünün birleştiği, düzenli bir akışı olmayan, biraz da yüzeysel bir anlatımı olduğunu da söyleyebilirim. Ama derinliklerinde elbette büyük bir fikir taşıyor ve gizlendiği yerden finalde çıkacağını tahmin ettiğim bu fikri maalesef tüm açıklığıyla göremiyor, sadece gölgesini izleyebiliyoruz.
Yusuf Atılgan, verdiği çok az esere rağmen Türk edebiyatının en önemli değerlerinden biri ve her okuyanda illa ki derin izler bırakacak bir yazar. Son derece titiz çalışmasının tabii bir sonucu olarak, kaleminde inkar edilemez bir mükemmellik var. Bir kitaptaki her cümle mi özellikle seçilmiş, ince ince işlenmiş olur? Yusuf Atılgan kitaplarında öyle. Aynı mükemmellik karakterlerini yansıtma şekline de sirayet etmiş. Derinlikleri zaten magma katmanı dolaylarında olan kişilikler ayrıca son derece tutarlı ve inanılmaz derecede gerçekçi. Atılgan üstün bir gözlem yeteneğine sahip ve -okuma sırası önemsiz olarak- her eseriyle daha da hayran ediyor kendine. Şahsen ben, kitapları ve öyküleri arasında bir ‘daha iyi’ sıralaması yapamadım. Hepsinin farklı lezzetleri, içerdiği bambaşka duygular var ve hepsi mükemmel bir tarafsızlıkla, yalınlıkla anlatılmış. Bu yüzden her kitabı bana hem büyük bir haz verdi, hem de ufkumu açtı. Buna çocuk kitabı olarak hazırladığı “Ekmek Elden Süt Memeden” de dahil (çok güzeldi o masallar, bilhassa tavsiye etmem lazım).
Hayli eski bu yazıyı bir temenni ile kapatıyorum: umarım henüz okumayanlar Yusuf Atılgan ile en kısa zamanda tanışır.
Herkese edebiyat dolu günler dilerim. =)