Rıza, uykusundan sıçrayarak uyandı. Yine o… Metalin metale çarparken çıkardığı o uğursuz, bunaltıcı ses…
“Siktiğimin bakkalı…” diye söylendi. “Her sabah şu kepengi çarpmasa olmaz pezevenk.”
İnsanın yirmi beş sene boyunca her gün birkaç kez duyduğu bir sese alışması gerekir aslında. Ama alışılmıyordu. Rıza bunu tecrübe etmişti. Her seferinde aynı iç sıkıntısını veriyordu işte. Uyurken uyandırıyor, uyanıkken de günü karartıyordu sanki. Sevmiyordu bu sesi. Hayatta sevmediği şeylerden biriydi. Mesela boğazlı kazakları, boy aynalarını ve peynirli pideyi de sevmezdi Rıza. Sevmediği çok şey vardı aslında.
Elini alnına götürdü. Terlemişti, artık tepesinde pek saçı da yoktu ama olanlar sırılsıklamdı. Doğruldu yatağından. Komodinin üzerindeki dolu bardağa uzandı, bir dikişte bitirdi. Açık pencereden vuran güneşin ısıttığı su, içindeki ateşi söndürmekten fersah fersah uzaktı. Olsun… Yatağından kalktı, terliklerini ayağına geçirdi. Ağır ağır, adımlarını sürüyerek odadan çıkıp ayakyoluna yöneldi. Koridordaki boy aynasının önünden her zamanki gibi başı önde geçti. “Şuna bi gazete mi yapıştırsam?” dedi içinden. Sonra vazgeçti. Belki biri görürdü, merak ederdi. Meraklı bakışları da sevmezdi o. Ama çok karşılaşıyordu. Hapisteyken, dışardayken… Öyle ya… İnsan öz babasını niye öldürür?
Sahi, Rıza niye öldürmüştü öz babasını?
Büyük bir depremde evsiz barksız kalınca Erzincan’dan Ankara’ya göçmüş bir ailenin en küçük oğluydu. Babası Osman Efendi, kapıcıydı. Annesi, bir ayağındaki ufak sakatlıktan dolayı ‘aksak’ Makbule lakabının yakıştırıldığı, safça bir kadındı. Üç kardeşlerdi; bir ağabeyi, bir de küçük kız kardeşi vardı. Çocukluğu zengin muhitlerinde geçmişti. Ama o zamanlara dair pek bir şey hatırlamıyordu şimdi. Sadece zengin muhiti olduğunu biliyordu, mahallede bisiklet süren çocuklar hep güzel giyiniyordu çünkü. Kendisinin ise, sürekli ağabeyinin eskilerini giydiğinden, hemen hiç yeni kıyafeti olmamıştı. Akşam yemeğinde ağabeyinin üstüne salça döktüğünü gördüğü kazağın, bir sonraki kış ansızın küçük Rıza’nın kafasından geçirilivermesi… Çocukluğuna dair hatırladığı en kuvvetli anı buydu. Bu hadise ona öyle ağır gelirdi ki, Rıza uzun zaman vestiyerin kapısındaki boy aynasına bakmaktan kaçınmıştır.
Tek bir akşam dışında…
İlkokuldayken, bir bayramda şiir okumaya seçmişlerdi Rıza’yı. O zamanlar bile gırtlaktan gelen tok bir sesi vardı. İlçe milli eğitim müdürü gelecekti dinlemeye. Rıza, ağlaya sızlaya bir ceket, bir de kravat aldırdığını hatırlıyordu. Giyince aynanın karşısında kendini epeyce seyretmiş, kravatı bir hindininki gibi uzun olan boynuna pek bir yakıştırmıştı. İşte o zaman karar vermişti büyük adam olmaya. Milli eğitim müdürü, hiç olmazsa müfettiş olacaktı. Onu da beceremezse müdür muavini. Müfettişlerin müdür muavinlerinden bile saygın olduğu zamanların çocuğuydu o. Büyük adam olmayı, karşında birilerinin el pençe divan durması sanıyordu. Belki de haklıydı o zamanlar, esas şimdi yanılıyordu. Kim bilir…
Bu azimle derslerine daha sıkı sarılmıştı. Yılsonunda karnesindeki hemen hemen tüm notlar ‘pekiyi’ydi. Gururlanıyordu. Yol boyunca babasından, annesinden ne çeşit bir aferin alacağını merak edip durmuştu. Daha önce hiç bu kadar iyi bir karne getirmemişti eve. Ağabeyi de öyle… Rıza, elinde tuttuğu kağıdın ona verdiği cesaretle annesinden karne hediyesi olarak bir yılbaşı hindisi istemişti o gün. Televizyonda gördükçe heveslendiği en pahalı şey oydu. Ama, hiçbir vakit mümkün olmadığı gibi, o zaman da mümkün değildi elbette sofralarına hindi dolması konması. Yine de Makbule Hanım, oğlunun gayretinin farkındaydı. Çocuğu az da olsa memnun edebilmek istedi. Kocasından azar işitmek pahasına, evdeki parçalanmamış tavuğu doldurup fırına sürdü. Yanına bolca da pilav yaptı ki tavuk bir akşamda bitmesin. Yine de Osman Efendi bu israfa surat asmış, karneyi gördüğünde de “Bakkala çırak lazımmış. Madem ki okul tatile girdi, yarın git başla”dan başka laf etmemişti.
Acı acı güldü. Devam etti ağır adımlarla koridoru aşmaya. Odaların kapısı yoktu. Dışarıya alışmanın, içeriye alışmaktan daha zor olacağını bilmezdi önceden. Ama son birkaç aydır bilmediği şeyler öğreniyordu. Ufuk çizgisini görmeden neredeyse bir ömür geçirince, gözün alabildiğine uzanan göğe, göğün yerle birleştiği o lacivert çizgiye bakmak korkuturmuş mesela… Eşyanın anlamı değişirmiş ayrıca, bunu da yeni öğrenmişti. Kapı artık kapı olmazmış, pencere de pencere… Hatta çay, radyo, temiz hava bile başka şeylere dönüşürmüş mahkumken. Ve dışarı çıkınca, hepsini farklı bulurmuş insan… Rıza da bu evi tuttuğunda bütün kapıları menteşelerinden söküp boş bir odaya koymuştu. Bir sokak kapısını bırakmıştı, bir de hela kapısını. “Yakında onu da sökerim ya, dur hele” diyordu kendi kendine.
Hapiste, kader ortağı bir arkadaşı vardı; Tahsin. Mavi gözlü, iri bir adamdı. Çok güler, çok sigara içerdi. Hüznünden neşeliydi sanki… Rıza’nın astımı vardı, bir iki fırt çekse de sonunu getiremezdi. Tahsin sıkılırdı bundan. “Ne lan, neye bu ihtiyat? Benden uzun yaşayınca başın göğe mi erecek?” Rıza gülerdi, hiç ondan uzun yaşayacakmış gibi gelmezdi ona. Sanıyordu ki dünya durdukça Tahsin ölmez. Öyle değilmiş. Genç ölmüştü Tahsin. Rıza’ya göre, gençti işte. Tahliyesini görememişti, daha ne olsun… Tahliyesini görememiş adama yaşlı mı denirdi? İnsanın o damda ömründen giden yıla yaş mı denirdi? Bu hesapla Rıza daha otuz iki yaşındaydı. Ama üç sene sonra atmış olacaktı.
Artık kimseyle dostluk edesi de gelmiyordu. İnsanlar çok yabancıydı, hayat çok yabancıydı ona artık. Mahkumların arasında kimseden korkmazdı, ama dışarda… Herkesten korkuyordu. Onlar da Rıza’dan korkuyordu gerçi. Hapishane duvarları gitmiş, korku duvarları gelmişti dünya ile arasına. Ne gam… İstemiyordu ki kimseyi zaten. İstese, bu izbe mahalleye mi taşınırdı Ankara’nın o kadar yeri dururken? Köpeklerden başka kimse yoktu sokakta şimdi bile.
Başını çevirip önünden geçtiği ilk odadan içeri kısa bir bakış attı. Salondaki tekli koltukta başı öne eğik, ellerini birbirine birleştirmiş, dirsekleri dizlerinde oturan kasketli, yaşlıca, bitkin bir adam vardı. Babasına benzetti, bir an durup izledi. Ev boş değil miydi demin? Bu adam nerden sızmıştı içeri? Ama Rıza’ya öyle geliyordu ki, hep buradaydı o. Hiç gitmemişti. Adamın yanına bir çocuk yaklaştı, üstünde yıkanmaktan eskimiş giysiler, ayağında yamalı ayakkabılarıyla… Dokuz yaşındaydı. “Annem hastaneden ne zaman çıkacak baba?” dedi çocuk. Adam başını kaldırmadan, homurdanarak cevap verdi. “Öldü anan… Daha da sorup durma…”
Senelerce susmuştu, ölmüştü, çürüyüp toprak olmuştu da; Rıza, kulaklarına kazınan bu cümleyi silememişti aklından.
“Öldü anan… Daha da sorup durma…”
“Keşke geberip giderken şu sesini de götürseydi yanında.” diye homurdandı Rıza. Çekti gözlerini minderi çökmüş, boş koltuktan. Yürümeye devam etti.
Anneler böyle ani mi ölürdü acaba? Babaların ölmesiyse inadına uzun sürüyordu. Osman Efendi ilk kez hastaneye yattığında elli dört yaşındaydı. Sonraki on üç sene boyunca da hastalığının çilesini kendisiyle beraber küçük oğluna da çektirmekten hiç gocunmamıştı. Felçti, konuşamıyordu, elini kolunu bile doğru düzgün oynatamıyordu da, yine de oğluna nefretini belli etmeyi beceriyordu. Gözlerinde hırs dolu bir bakışla izliyordu onu, Rıza bu bakışı ensesinde bir pençe gibi hissediyordu. Sanki sağlıklı olamayışının cezasını kesiyordu oğluna. Rıza, on dokuz yaşındaydı. Otuz iki yaşına kadar bu bakışla yaşamıştı.
Babaların ölmesi uzun sürüyordu, evet… Çok uzun sürüyordu.
Neydi bir babanın oğluna bu kadar öfkelenmesinin sebebi? Bilmiyordu Rıza. Öğrenmek de istemezdi. Hiç evlenmemişti. Baba olmamıştı. Belki de bu yüzden, baba olmanın hasretini çekmemişti. Bazen kendisiyle babası arasında öyle benzerlikler bulurdu ki ürkerdi. Mesela hatırlıyordu da, bir seferinde babasının üvey annesine yaptığı şeyi, o da sevgilisine yapmıştı. Sofrada yemek yerken, yanında oturan kadının bacağını, terbiyeli bir biçimde kırdığı sol dizinin tam altındaki eti çimdiklemişti. Babasından mı daha çok nefret ediyordu da ona benzemekten korkmuştu, yoksa sevgilisi mi bir anda üvey annesine benzemişti, bilemiyordu. Bildiği tek şey vardı, olmayacaktı bu iş. Olmadı da…
Mutfağın önünden geçerken gözüne masanın başında oturan iki yeniyetme ile şişmanca bir kadın ilişti. Masadakilerden daha ufak iki çocuk, mutfağın köşesinde bekliyorlardı. Ama neyi? Merhamet bekliyorlardı herhalde… Ya da yazgılarının değişmesini… Birinden birini borçluydu onlara bu hayat. Öyle ya, kimseye bir zararları dokunmamıştı. Niye cezalandırılıyorlardı? Çünkü varlardı. Oradalardı. Doğmuşlardı ve onlar da bir boğazdı o evde. Sevilmemeleri için yeterli sebepti bu. Ve sevmemeleri için…
Sevememişti üvey annesini Rıza. Belki sevmesine izin verse sevebilirdi. Ama o da izin vermemişti. Ağabeyi yatılı okula gönderilmişti. Kız kardeşi ile o, evdelerdi. İki tane de üvey kardeşi vardı. Ağabeyinden de büyüktüler, ama bir yere gittikleri yoktu onların. Maddi durumları biraz düzelmişti. Osman Efendi kapıcılığı bırakmış, cam fabrikasında işe girmişti. Üvey anne Hacer Hanım’ın en sevdiği yemek pideydi. Gün aşırı canı pide çeker, Rıza’yı fırına yollardı peynirli pide yaptırmak için. Ama sadece üç tane… Pideler yendikten sonra uçları Rıza ile kardeşi Asiye’ye verilirdi. Fazla kalın olduğundan doğru düzgün pişmemiş bu hamurların midesine nasıl oturduğunu hatırlıyordu. Bir keresinde cesaretini toplayıp pide ustasına “Şu uçlarını biraz ince yapsanız…” demişti. Adam “Niye?” diye sorduğunda dayanamamış ağlamıştı. On bir yaşındaydı Rıza. O zamandan beri pide sevmezdi. Hele peynirliyi, hiç…
Fındık topuklu bir kadın ayakkabısının parkelerin üzerinde çıkardığı çiğ ses kulağına çalınınca arkasına dönüp baktı gayri ihtiyari. Orta yaşlı bir kadın, yanında yeni yetme bir oğlanla yatak odasından çıkmış, koridorda ona doğru geliyordu. Eşarbının altından görünen saçları alev rengiydi. Rıza’ya düşmanca, kin dolu bir bakış attı, ayaklarını yere vura vura yürüdü gitti. Üvey annesi de aynı böyle gitmişti evden. Giderken aynı böyle bakmıştı. Babasını hastaneden ilk kez eve getirdiklerinde… Kadın ve oğlu Rıza’nın yanından geçti, sokak kapısından çıkıp arkalarından çarparak kapattılar. Yatak odasından cam kırılması gibi bir ses duyuldu. Rıza geri yürümek istedi yatak odasına, birkaç adım da attı hatta. Açık pencereden esen rüzgar, komodindeki boş bardağı düşürmüş olacaktı. Yok, yanılıyordu. Babası atmıştı o bardağı. Hacer Hanım evliliğin nafakası diye Erzincan’daki yıkılan evin arazisini isteyeli beri uzanmaya çalışıyordu bardağa. Anca becermişti. Ama neye yarar… O sırada yatak odasının açık kapısını siyah saçları sıkı sıkı örülmüş genç bir kız kapattı. Rıza’nın midesine oturdu çiğ hamurlar yeniden. Sanki hiç sindirilmemiş gibi… O kapıyı sökmemiş miydi? Sökmüştü. E niye kapanmıştı şimdi? Nasıl kapatmıştı kardeşi?
Sokak kapıya döndü, bir gelin gördü; taze, daha on sekizine yeni girmiş. Başında kırmızı örtüsü henüz kapatılmamıştı. Ellerini önüne birleştirmiş, sessizce bekliyordu. Genç bir adam, ağabeyi herhalde, beline kırmızı kuşağını bağlıyordu. Kimsecikler yoktu yanlarında. Bundan sonra da olacağa benzemiyordu. Rıza, o kuşağı kardeşinin beline değil, kendi boynuna doladığını, bağladığını, sıktığını bilmiyordu.
Evdeki kadınlar birer birer kaçıp gidiyordu sanki bu felçli adamdan. Kız kardeşi Asiye de bir sene bile duramamış, kendine koca bulup evlenmişti. Sonra da Adana’ya göçtü. Rıza düşünüyordu… Bu kadar uzak bir yer seçmesinin sebebini değil; o belliydi. Elinde olsa Rıza da babasından kaçmak için dünyanın öbür ucuna giderdi. Rıza düşünüyordu; kardeşine kızıp kızmadığını. Bazen kızıyordu, ondan bir alacağı varmış da tahsil edememiş gibi hissediyordu çünkü. Ama geri kalan zamanlarda, sadece acıyordu. Duvağı kapatırken bir anlığına ağabeyine diktiği kara gözlerindeki çaresizliği hatırlıyordu. Ateş gibi iki damla yaş akmıştı Asiye’nin yanağından. Evlendiği adamı, hiç mi hiç sevmediğini o zaman anlamıştı Rıza. Bir insan, neden kendini bile isteye ateşe atar? Herhalde çıktığı ateş daha büyük olduğu için… Demek ki Asiye de babasını, hayatını, Ankara’yı; kocasını sevmediğinden daha çok sevmiyordu.
Asiye gitmeseydi, Rıza bir gece uyanıp da babasının boğazını sıkmazdı. Asiye gitmeseydi, o bakışların altında ezilmezdi Rıza. Asiye gitmeseydi, Rıza gidecekti çünkü. Bir gemiye işçi olacaktı, haber bekliyordu. Asiye gitmeseydi… Asiye’nin ne suçu vardı ki…
Babasının gözlerindeki son bakış… İşte onu unutamıyordu esasen. Öfke değildi, korku değildi… Dili varmıyordu ama; takdirdi, teşekkürdü o. Bunu inkar etmeye çok çabalamıştı. Babasının parmaklarını kasıp gevşeterek, göğsünü kaldırıp indirerek, tüm o aczine rağmen çırpındığını, hatta yüzüne tükürdüğünü, gözlerine kinle, nefretle baktığını hayal etmişti gecelerce. Bakmamıştı Osman Efendi. Sanki başından beri bunu bekliyordu. Sanki biliyordu eninde sonunda bunun olacağını, hatta umuyordu da yanılmadığına seviniyordu.
Bir sefer daha görmüştü bu bakışı Rıza, tek bir sefer daha… Babası arkadaşlarıyla balığa çıkmış, eve de su dolu bir torbanın içinde kocaman, canlı bir alabalık getirmişti. Övünmek istiyordu. Bir kovaya koydurdu, mutfağın ortasına getirtti. Pişirilecekti. Ama ağabeyi evde yoktu, annesi de dokunmak istememişti balığa, acıyordu. Can çekişmesini görmek istemiyordu. Aksak Makbule’nin yüreği de aksaktı; acıya, üzüntüye, acizliğe hiç dayanamazdı. “Siz öldürün, ben temizlemeye gelirim” diyerek çıkmıştı mutfaktan. Rıza dikiliyordu bir köşede. Can çekişmenin ne olduğunu merak ediyordu. Osman Efendi önce balığı çıkarmak için eğildi, sonra oğlunu öyle meraklı gözlerle bakar görünce vazgeçti.
“Gel lan, tut çıkar şunu kovadan. Sakın düşürme ha, yersin tokadı.”
Rıza, babasının takdirini kazanmak isteyerek, aceleyle yaklaştı kovaya. Uzandı, tuttu hayvanı. Ve denileni yaptı. Balığı iki eliyle yüzgeçlerinin altından tutarak çekti çıkardı sudan. Hayvan çırpındıkça daha sıkı tuttu, bırakmadı. Boğulana kadar bekledi. Ama içinde bir şeylerin o balıkla birlikte öldüğünü de bildi. Rıza pek iyi duymadı ama, ilk defa “Aferin lan…” demişti babası. “Bak, erkek adam böyle olur. Zaten ölecekti. Kendimiz öldürdük, murdar olmadı.”
İnsanın aklında ne çok anı birikiyordu böyle. Bu koridorda ne çok kapı vardı geçmişe açılan. Hepsini sökmemiş miydi Rıza? Sökmüştü. Birer birer, elleriyle… Niye ordalardı hala? Geçmişe açılacak tek kapı bile istemiyordu, onu mahkum edecek tek kapı bile istemiyordu artık. Yirmi beş senedir orada mıydı bu anılar? Gömülüp gittikleri yerden şimdi niye çıkıyorlardı? Kapıları sökmüştü, pencereleri açmıştı, ama inatla defolup gitmiyorlardı.
Açık pencerelerden, kapılardan bir rüzgar esti. Gözleri doldu Rıza’nın. Başını çevirdi, pencerelere baktı. Parmaklıklıydı. “Kapıları sökmek yetmez. Bunları da sökmeli.” diye geçirdi içinden. Sökmezse ölecekti sanki.
Babasının sesi kulaklarında yankılanıyordu yine.
“Kendimiz öldürdük, murdar olmadı.”
Ayakyoluna gitti, lavabonun önüne geçti. Aynaya dikti gözlerini önce. Her şeyi yerli yerinde duruyordu. Çukurlaşmış gözleri, çökmüş yanakları, sanki daha da bir büyümüş kulakları… Bir haftalık sakalındaki ak teller artmış, ha bir de derin derin çizgiler, her yerde… Sabunlukta bir jilet vardı. “Belki tıraş olurum.” deyip almıştı. Dokunmadı. Ama uzun uzun baktı.
Böyle mi olacaktı yani? Uzandığı soğuk, kırık, kirli fayansların üzerinde, o uğursuz kırmızı leke büyürken, verdiği son nefeste, hala babasını mı anacaktı Rıza…
“Murdar olmadı… Murdar olmadı…”