Zaman, kimi zaman, bükemeyeceğin kadar kuvvetli bir bilektir.
Her sabah yeniden başlıyorum. Kaldığı yerden değil, hep yeni baştan. Şu çizgi var ya; kaçınamadığım aynaların gözüme soktuğu, sol elmacık kemiğimin hemen altındaki, estetik dedikleri ama asla öyle olmayan yara izim… Hep oradan başlıyor. Masaya çarpıyorum, masadaki tabak yüzümü yırtıyor, ben yırtıktan dökülüp saçılmıyor, elli yıllık parkenin deliklerinde kaybolmuyorum. Tabağa bak, çöpe gidiyor. Kimsenin ondan beklentisi kalmıyor. Ya ben? Hatalarından ders almışsa unutabilmeli oysa insan. Unutabilmek, büyük lütuf.
Yine de, bir zamanlar sahip olduklarını hatırlamak da güzel. Kaybettiklerinin yerine yenisini koyamıyorsan hele. Tutarsız, huysuz, yaşlı bir adamım. Ne? Benim yatağıma yatmadan beni yargılamayın.
Bir kış günüydü. Bulanık, kararsız… Bir evim, ailem, dost ya da ona benzer bir kaç tanıdığım vardı. Huzur vardı. Fazlasına gerek yokmuş. Kanıksadığım için göremediklerimin değerini, gözden yitirince anlıyorum ancak.
Akşam, beşi beş geçmeden çıkıvermiştim işten. Vicdanım rahattı, çünkü masamın üstünde en fazla iki evrak kalmıştı. Az hiçten iyidir, diye düşünüyordum. Akşam yemeğine yetişmeliydim, zaten hava erken kararıyordu. Bahane hep vardı.
Arada kalmışlığıma çok yakışan alacakaranlık sarıverdi dışarıda. Soğuk yüzüme çarpmış, montumun içinde dik duran sırtımı titretmişti. Bugün bile hatırlıyorum o ürpertiyi. Keşke titreyince kendime gelseydim.
Üç katlı evin demir kapısının önünde durup ismimin yazılı olduğu zile bastım, anahtarım yine yoktu. İçerisi her zamanki gibi rutubet kokuyordu. Tiksinerek, yeşilin bayağı bir tonuyla boyanmış koridordan orta kata çıktım. Kapıyı çaldım, girmek istemediğim halde iki dakika fazla beklediğim için sabırsızlandım ve hatta, kapıyı ellerini kurulayarak açan karıma söylendim. Leman… On dokuz yaşında, liseyi yeni bitirmiş, hayalinin başımı döndürdüğü, nereye gidersen gelirim diyen kadın, on beş yıl sonra susuz kalmış çiçek gibi pörsümüştü. Neden değişmişti, neden sıkıcıydı, neden gitgide şişmanlıyordu, neden tek bildiği dizi izlemekti, neden çocuğumuz olmamıştı? İkimiz de, birbirimize sadece katlanıyorduk belki. O zamanlar, hak ettiklerimi abartıyordum. Sevilecek tek yanımı bulamıyorum şimdi.
Her pazartesi dolma yapardı. Hiç aksamazdı menümüz. Tadını ezberlediğim yemekleri yemekten gına gelmişti. Masaya oturunca dumanı tüten etli pilavı görünce yine de kızdım. “Etin kilosu kaç lira senin haberin var mı?”
Yüzüne o kadar uzun zamandır gerçekten bakmamıştım ki, aceleyle sürülen ruju görünce irkildim. “Dizilerde mi görüyorsun böyle şeyleri? Git temizlen!”
Zaten kaçıverecek gibi duran özgüveni gözlerinden düşüp paramparça oldu. O an içim cız etti. Havada asılı kalmış tek bir an… İnanılır gibi değil; tüm hayatımı değiştirmeye yeten, evrende kısacık, tek bir an var. Belki uzansam tutuverebilir, eğip büküp tedbil edebilirmişim gibi. Ama çabucak yitiriyorum o hissi.
İlk büyük kavgamızı ettik. Söylediklerinin hepsi doğruydu. Umurumda değildi. Sesini yükseltmeye cesaret etti diye ittim onu. Hatırlamaya utandığımdan hafızamın sildiği şeyler de yaptım. Zamanın bir kısmı kayıp. Sadece, ne ileri ne geri gitmeye cesaret edemeğim yılların, korkaklığımın ağırlığını onun omuzlarına bıraktığımı biliyorum. Çünkü benimkiler bir anlığına hafifledi.
Yemek masasının hemen yanına düştü. Dudağı kanıyordu, ama o karnını tutmuştu. Bakışında öyle bir şey vardı ki! Hayal kırıklığı değildi; benden bir şeyler beklemekten çok önce vazgeçmişti. O an, her şeyi kaybettiğimi hissettim. Korktum, kaldırmak için yere atıldım. Onu bile beceremeyip masanın köşesine çarptım. Kırık tabaklardan biri yanağımı deldi. Bir şeylere sahip olduğum zamana dair kanlı canlı tek hatıram bu iz.
Doğumdan sonra derhal boşandık. Belki oğlum sağlıklı olsaydı farklı olurdu. Olmadı. Leman beni affetmedi. Oğlumu görmeye de ben dayanamadım. Kolunda dediler. Kemikleri büyümeyecek. Benim yüzümden.
Ertesi yıl annemi kaybettim. Beni hayatın yaşanılır olduğuna inandırmaya çalışan son insan. Onun hatırasını taşıyan babam da, eve bulaştırdığım hüzne üç ay daha dayanabildi. Ben kalmak zorundaydım; en azından nafakamı ödemeliydim. İhtiyacım olanı saklayıp kalan hepsini yolladım. Çok para, kefaret olur mu günahlara?
Erhan. Oğlum. Büyüdü. Annesi arada resmini gönderdi. Daima boydan bir resim. Unutmama asla izin vermedi. Resimleri kesiyordum, yine de olmayanın yokluğu hep gıcıklıyordu içimi.
Başka bir şehre kaçtım. Uzağa. Oğlum on sekizine basana dek bekleyecektim. Belki sonra gitmeye cesaretim olurdu. Ömür boyu korkaklık etmiş birine göre büyük hayal. Sonrasından da korkuyordum. Ne vardı orada? Hiçlik mi ateş mi? Aynı azapla sonsuza dek yanıp durmak… Şimdi nasıl olduğunu tahmin edebiliyorum.
Dini inancım kuvvetli olmadı hiç. İyi biri olmaya da çalışmadım. Kimseye bilerek kötülük yapmadığım için öyle olduğumu sanıyordum. Biliyorum artık; seçenekler olmadığında iyi olmak kolaymış.
Güneş hep arkamdan geldi ve gölgeme basıp durdum diye yakındım önce. Burada, zamanın hiç akmadığı, asla yenilmediği yerde şunu fark ettim; güneşe arkasını dönen bendim. Gözümün önündekileri seçememişim.
Oğlum on sekiz yaşını doldurduğunda, nafakamın son taksidini yatırıp hafiflemiş ama kararsız bir adam olarak alacakaranlıkta yürüdüm. Upuzun yıllar o anı beklemiştim. Hiçbir şey yapmadan sanki. Hiç geçmeyecek gibiydi, ama geçti. O gün masamın üzerini ve evimi temizlemiş, izin dilekçemi imzalatmıştım. Yıl sonu olduğundan tüm işlerimi halletmiş, borçlarımı ödemiştim. Kira kontratım bir ay sonra bitiyordu. Planlı değildi, denk gelmişti. Şartlar öylesine uygundu ki! Ölmek için bundan iyi vakit olamazdı. İçim içime sığmıyordu. O gün bitmeden öleceğimden emindim.
Son anlarımda yapmak istediğim bir şey yoktu. Hakkını yediğim tek kişiden çok uzaktaydım ve sadece öleceğim için beni bağışlamazdı.
Kaldırımda öylece dikiliyordum. Ne kadar zaman bilmiyorum. Ezan okundu. Belki bu da bir işarettir diye yıllar sonra karşıma çıkan ilk camiye girdim. Yanımda, önümde, arkamda duran onlarca kişiyle aynı anda hareket etmenin, bir yere ait olmanın, birbirine bağlı olmanın huzuru kapladı ruhumu. Ölmekte olduğum inancıyla kucakladım bu hissi. Ama ellerimi açıp dua etmem gerektiğinde yüzleşmem gerekti. Son ana bırakılmış istiğfarın anlamı olacak mıydı? Allah’a yalvarmaya bile yüzüm yoktu.
Kimden kaçtığımı bilmeden koştum. Karanlıktı. Belki yıllar önce, oğlumun koluna değdiğim gibi bir anda, yoldan geçen bir dolmuş da bana dokundu. Havalandım. Kehanetimin kendini gerçekleştirmesinden gururluydum. Sonra düştüm.
O zamandan beri buradayım. Öldüğümü sandığım kısacık bir an oldu. Ne ateş vardı ne azap. Sessiz bir uyuşuklukta salındım. Huzur! Sonra sesler duydum. Gözlerimi açınca Leman’ı gördüm. Her şeye rağmen. Acımıştı bana. İnsan ölünce değil ama yatalak kalınca affediliyormuş. Kimsem yoktu ve oğlunun babasıydım. Leman, iyi insan olmayı seçmişti.
Özel bir bakımevine yerleştirdiler. Leman ara sıra ziyaretime geldi. Eskisi gibi karım olarak değil; bir zavallıya acıdığı için. Oğlum gelmedi. İstememiş. Gelmesin. Leman’ı her gördüğümde kahroldum. Ama dudaklarım itaat etmeyi reddettiği için “gelme” diyemedim.
Yarım saat boyunca, yanımda dikilip elindeki peçeteyle oynadığını, hemşireyi dinleyip bir damla yaş döktüğünü görmeden de yaşayabilirdim. Yalnız bir kez, benim ya da kendi için değil, bizim için ağladı. Hastabakıcının beni kucağına alıp çocuk gibi oturttuğu tekerlekli sandalyeyi bahçeye çıkarttı. Bahar tüm renkleriyle gözlerimi kamaştırıyordu. Ben sonsuz kışı yaşarken hayat devam etmişti ve edecekti. Bankın yanında durduk. Oturdu, yüzüme baktı. Ağladı, ağladı, ağladı… Keşke ben de ağlayabilseydim. “Artık gelmeyeceğim,” dedi, “dayanamıyorum.”
Şimdi tüm şartlar uygun. Beni merak eden, arayıp soracağım kimsem yok. Zaten bunun için parmağımı dahi kımıldatamıyorum. Sonsuz azabı tattım; korkmuyorum. Gidersem kimse üzülmez, şu mendebur hasta bakıcı sevinir bile. Ne olur Allah’ım, bu gün bitmeden…