Robert A. Heinlein, Arthur C. Clarke ve Isaac Asimov‘u bilim kurgu ile ilgilenen hemen herkes duymuştur. “Bilimkurgunun babaları” olarak adlandırıldıklarını öğrenmek de şaşırtmayacaktır. Tabii Jules Verne, Frank Herbert, H. G. Wells, Philip K. Dick, Ursula L. Guin ve diğerlerine haksızlık etmek istemem (ekledikçe ekliyorum bu arada isimleri). Belki farklı türlerle de akrabalıkları olduğundan onları baba/anne olarak kabul etmemiştir yüce eleştirmenler. Bilemiyorum. Evet, ilk paragrafta konudan sapmayı başardığım için kendimi tebrik ederek, yazarımızı kısaca tanımak üzere sizi şu köşeye davet ediyorum.
Isaak Yudovich Ozimov, resmi kayıtlara göre 2 Ocak 1920’de Rusya’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğmuş, üç yaşında ailesi ile birlikte Amerikaya göç etmiş ve kendisi gibi göçmenlerin ağırlıkta olduğu New York / Brooklyn’de hayatına devam etmiştir. Ailesi Hazar Türkü’dür. Hatta internette, İshak Asımoğlu adı kendisine ithaf edilir. Bayrakları asalım mı? E, biraz bekleyelim.
Doğduğunda, Rusya’da yaşanan Bolşevik Devrimi‘nin ailenin ülkeden ayrılmasına önemli etkisi olduğu gibi, adının da bu devrime ithafen konulduğunu okumuştum. Isaak (bizdeki İshak), İbrahim peygamberin oğludur ve Yahudilerin ikinci babası olarak anılır. Kelime anlamı ise, “kahkaha, gülme”dir. Ben bağlantıyı göremedim, bilen biri anlatsın lütfen. Gerçi, yazarın üç adet otobiyografisinin olduğunu buraya yazalım. Kendisini anlatmayı çok severmiş. Merak edenler, ayrıntıları Asimov’un kendi kaleminden okuyabilirler. Bana da okunacak üç kitap daha çıktı.
Isaac okumaya çok meraklıymış, beş yaşında okumayı sökmüş ve ailesine ait şekerci dükkanında satılan dergileri okuyarak bilim-kurgu alemine giriş yapmış. Düşünsenize; metro durağına inen merdivenlerin yanı başında, sürekli koşuşturan insanların şeker ya da okuyacak bir şeyler almak için kısacık durduğu dükkanda, tezgahtan aldığı dergileri köşede gizlice okuyan, hayalgücünün kanatları tüm şehri kaplayan minik bir çocuk… Bildiğin film sahnesi… Babası, zaman kaybı olarak görüp bunları okumasını istemese de, Isaac etrafta onlarca kütüphane keşfetmişti. Kütüphaneler muazzam yerlerdir, ama maskenizi takmayı unutmayın lütfen. Isaac okumaya devam etmiş, hatta on beş yaşına gelmeden de ilk öykülerini yazmıştı.
On altı yaşında Colombia üniversitesine başlamış, zooloji okumak istemişti. Ancak kedilere alerjisi olduğunu öğrenmiş, o da kimya bölümüne geçiş yapmıştı. Mezun olunca aynı üniversitede tıp doktorası yapmak istese de başarılı olamamış, bunun üzerine biyokimyayı denemiş ve 1948 yılında biyokimya bölümünde doktor ünvanını almıştır. “Asla pes etme!” mottosunun canlı örneği!
Bu arada İkinci Dünya Savaşı çıkmıştır. 1942-45 yılları arasında Deniz Kuvvetleri Araştırma Merkezi’nde sivil memur olarak çalışmış, sonrasında orduya geçmiş ve dokuz ay görev yapmış, onbaşı bile olmuştur. Babasının Birinci Dünya Savaşında Rus ordusunda çarpıştığını da buraya not düşelim. 1946 yılında Bikini Adası’nda yapılan atom bombası testlerine yazarın birliği de katılmış, ancak bir hata sonucu Asimov gidememiştir. Testler bildiğiniz gibi pek de iyi sonuçlanmamıştır.
Sonrasında Asimov’un savaş karşıtı olduğunu öğreniyoruz ve 1984’te American Humanist Association tarafından yılın hümanisti seçiliyor. Ölümüne kadar da bu derneğin başkanı olarak çalışıyor. O öldükten sonra bir başka ünlü isim; Kurt Vonnegut bu göreve devam ediyor.
Savaş sonrasında doktorasını veren yazar, 1958 yılına dek öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Aynı zamanda yazmaya da devam etmiş, nihayet, o “Son Soru”yu sormuştur; edebiyat mı, okul mu? Okulu bırakmış, ancak bu alanda çalışmayı bırakmamış ve 1979 yılında Boston Üniversitesi, hizmetlerine karşılık kendisine Profesörlük unvanını vermiştir.
Yazar, beş yüz kadar öykü ve roman ile binlerce bilimsel makale-mektup da kaleme almıştır. Shakespeare üzerine dahi iki ciltlik kitabı vardır (Asimov’s Guide to Shakespeare, 1970). Yine DARPHA (Savunma İleri Araştırma Projeleri Ajansı)‘na sunulmak üzere bilimsel gerçekliğe dayalı, yeni teknolojilerle ilgili görüşlerini içeren yazıları da vardır ve kurum içinde oldukça ilgi çekici bulunmuşlardır.
Yazar, babası din adamı olmasına rağmen ateist olduğunu açıklamış, bu konuda fikir üretmeyi de ihmal etmemiştir. “Eğer bir ateist olmasaydım, insanları bazı kuru laflara bakarak yargılayan bir Tanrı yerine, yaşamlarındaki samimiyete bakarak yargılayan bir Tanrıya inanırdım. Bence o, sürekli olarak ‘Tanrı, tanrı, tanrı’ diye konuşan ve yaptığı her iş ‘yanlış, yanlış, yanlış’ olan bir TV ilahiyatçısı yerine, dürüst ve samimi bir ateisti tercih ederdi,” demek suretiyle akılları karıştırsa da, samimiyetin ve ahlaklı olmanın önemine değinmiştir. Esasen bunlar din esaslarının özüne de uygun olmakla birlikte, uygulayıcı olan insanın vermesi gereken değerden nasibini alamamış kavramlardır. Kusurlu olana bakarak olması gerekeni yargılamak mı ya da tersi mi yaptığı, bilemiyorum. Asimov burda olsaydı da tartışsaydık biraz. Fark ettiğiniz üzere yazarın felsefeye eğilimi inkar edilemez. Hatta bence felsefesiz bilim-kurgu olamaz, o ayrı. Kısaca yalnız fen bilimleri değil, sosyal bilimlerle de ilgilenen yazar, Dewey Ondalık Sistemi’ne göre belirlenen bilim sınıflarında, felsefe dışında tüm dallarda eser vermesiyle ünlüdür. Aslında felsefeyi de romanlarına serpiştirdiğini söyleyebiliriz. Hayal gücüne rağmen veya bu nedenle, yazarın yalnız iki kez uçağa bindiğini, yüzmeyi, araba ve bisiklet kullanmayı öğrenemediğini söyleyelim. Olumsuz deneyimlerini fazlasıyla dikkate almak bilim-kurgu bağımlılarının ortak özelliği mi acaba? Daima olumsuz senaryolar mı üretiyorlardı? Arthur C. Clarke de, sürücü testini kendi deyimiyle zar zor da olsa geçmesine rağmen hiç araba kullanmamıştır. Yine hayal aleminde yaşayan (hakaret değil, övgü olarak) ünlü yönetmen Stanley Kubrick de pilot lisansı almasına rağmen hava yolu seyahatlerinden nefret edermiş.
Asimov özellikle kurguladığı evrenlerle tanınmaktadır. Yaşadığı dönem dikkate alındığında, elindeki bilimsel verilerle ulaştığı sonuçlar, öngördüğü gelişmeler takdire şayandır.Görüntülü konuşma, uzaktan eğitim, robot teknolojisi, Mars’a seyahat gibi. Tabii döneminin bilim-kurgu hikayelerinde, bunların standart teknoloji olarak kabul edildiğini de hatırlatalım.
Asimov hikayeleri, karakterleri ve kurgusu ile kendisi dışındaki bilim kurgu yazarlarına da referans olmuştur. Örneğin “üç Robot Yasası”, “hiper uzayda sıçrama” bilim kurgularda sıkça gördüğümüz ögelerdir. Kurduğu evrenler, farklı yazarlara da ilham olmuş ve o da kullanılmasına itirazı olmadığını söylemiştir, sadece aynı kelimelerin kullanılmaması ricasında bulunmuştur. Siz de yazarsanız aklınızda bulunsun.
En bilinen eserleri, Vakıf ve Robot serileridir. Yıllar geçtikçe orijinal kitaplara eklemeler yapmış, seriler genişlemiştir. Ve hatta yazar bu iki seriyi birleştirmiştir. Bunun para için yapılan ciddi bir hata olduğunu savunanlar olsa da, on beş kitabı aşan bu karmaşıklıktaki iki evreni birleştirebilecek kurgusal zekanın büyüklüğü karşısında bırakın da saygıyla eğilelim.
Kazandığı ödüller de saymakla bitmeyeceğinden bir çok kez Hugo ve Nebula ödüllerini aldığını söyleyip Mars’taki bir kratere adının verildiğini de eklemekle yetiniyoruz.
Yine yazarın onuruna 1977 yılında Asimov’s Science Fiction Magazine isimli bir dergi kurulmuştur. Dergi halen en prestijli bilim-kurgu yayınlarından biri olarak kabul edilmekte ve dijital olarak yayın hayatına devam etmektedir. G. R. R. Martin, Ursula L. Guin gibi yazarların hikayeleri de yayınlanmıştır.
Sevgili Asimov, kalp krizi geçirmiş, by-pass ameliyatı olmuştur. “Her zaman daktilomun başında yazı yazarken başım klavyeye düşüp burnum iki tuşun arasında sıkışmış olarak ölmek isterdim ancak mümkün olacak gibi görünmüyor,” demiştir bu süreçte. Gerçekten de, ameliyat sırasında kendisine verilen kanda HIV virüsü bulunması nedeni ile 6 Nisan 1992’de ölmüştür. Her şeye bir sebep lazım. Ancak bu gerçek, on yıl sonra ikinci eşi tarafından açıklanıncaya dek gizlenmiştir. Hayal gücünüz sınırsız da olsa “El alem ne der?” paradoksu bir yerden yakalıyor sanırım.
Yazarın ilk eşinden iki oğlu bulunmaktadır. O çocuklar ne güzel uyku öncesi masalları dinlemiştir değil mi? Yani muhtemelen.
Şimdi gelelim hikayemizin nasıl yazıldığına. 1953 yılında Asimov, 1932 tarihli bir dergide, nükleer patlamanın yarattığı mantar bulutuna benzer bir şekil görür. Bu aslında bir gayzer resmidir. Bugün bu şekle oldukça aşinayız, hatta okuyunca turuncu zemin üzerindeki beyaz bulut gözlerinizin önüne gelmiştir bile. Ama ya nükleer enerjinin bilinir olmadığı bir tarihte, bu bulut bir dergide yer alsaydı? Asimov burdan yola çıkarak bir zaman yolculuğu hikayesi yazmaya başlar. 1954 yılında hikayesini Galaxy Science Fiction dergisine gönderir ve reddedilir. O da bunu şimdiki haline, yani bir romana dönüştürmeye karar verir ve bu kez fikrini Doubleday yayınevine yollar. Kitap 1955 yılında basılır. Asimov romanını, Galaxy dergisinin kendisini reddeden editörüne, Horace L. Gold‘a ithaf eder. Nispet mi, teşekkür mü bilmiyorum.
Kitabın orijinali 1984 yılında bir koleksiyonda ortaya çıkar. “The Altarnate Asimovs” isimli kitapta hikaye haliyle “Sonsuzluğun Sonu”, “Zamandan Kaçış” (Pebble in the Sky; 1950) hikayesinin ilk versiyonu ve iki ayrı versiyonuyla “Belief” isimli kısa hikaye de bulunmaktadır. Demek ki, her yazar gibi Asimov da yazdıklarını zaman içinde geliştirmiş, ilk halleriyle yetinmemiştir. İlk seferde mükemmeli arayanların dikkatine!
1976 yılında Macar ve 1987 yılında Sovyet yapımı olmak üzere, roman iki kez filme de uyarlanmıştır. Hollywood 2008 yılında romanın film haklarını alsa da, Sonsuzluğun Sonu’na henüz sıra gelmemiş olmalı.
Bu romanı anlatmaya nereden başlayacağımı bilmiyorum ama ilk 50-60 sayfalık kısımda sıkıldığımı söyleyerek başlayayım. Teknik terimler hikayeye girmemi zorlaştırdı, ancak ikinci okuyuşumda anlam kazandılar. Bilim-kurgunun sevmediğim tek yanı bu sanırım.
Beni, hikayeden daha fazla heyecanlandıran şeyler oldu. Akıcılık, daha ne anlatacak ki diye düşünürken yeni bir düğümün serime bağlanması, hikâyenin bir halı gibi dokunması, işlenen konunun ayrıntılara “boğulmadan” basitçe anlatılabilmesi, okuyucunun sorabileceği teknik soruların kurgu içinde savuşturulması, hikayeye yedirilen sosyolojik ve felsefi sorular, inandırıcılık beni benden aldı. Büyük resmi gören birinin yazdığı küçük bir kesit izlemiş gibi hissettim. Büyük resimden kastım; geçmiş ve geleceği sadece iyi tanıdığı “insan” üzerinden tahayyül edebilmesidir. İsteklerini, arzularını, iradesini, sapkınlıklarını, ihtiyaçlarını… Ya da ben abartıyor olabilirim. Aslında yukarıda yazdığım gibi, bu bilim-kurgunun kaderi, ama Asimov güzel felsefe yapmış işte. Yine muhtemelen alakasız gelecek ama çok sevdiğim BBC dizisi Doctor Who‘yu hatırladım. Hani insana uzaydan bakıp yanılgılarımızı, aptallıklarımızı yüzümüze vuran, ama bizi sevdiği için türlü dertlerden kurtaran şu adam/kadın. İki sezondur “kadın” doktora alışmaya çalışıyorum, oyuncu seçimi hatalı diye düşünmeden edemiyorum. Öhömm… Doktor’u tanımayanlara verdiğim geçici rahatsızlıktan ötürü özürlerimi sunuyorum, ama yazmasam çatlayabilirdim.
Neyse, hikayeye dönecek olursak; inanma arzusuyla idealize ettiği “sonsuzluğu”, sahip olma / sevilme isteği ve yalnız kalma korkusu ve belki daha fazlası yüzünden yok edebilecek bir adamın hikayesini okuyoruz. Sonsuzlar ise, zeki ve üstün olmanın kendilerine bu hakkı bahşettiğine dair sapkın inançlarıyla, tüm diğer iradelerin üzerinde ve onlar hakkında karar verebileceklerine inanarak Tanrıcılık oynamaktadırlar. Aslında temel konu, insan olmaktır. Edebiyatın konusu insan elbette. Ama Asimov bunu öyle bir dekorda işliyor ki, önünüze serilen tüm insanlığın kaderini düşünmeden edemiyorsunuz. Birey hata yapabilir ama “insanlığa” güvenmeliyiz. Haklı mı?
Gelelim kitabımızın anlayabildiğim kadarına. 24. yüzyılda, Vikkor Mallansohn adlı bir bilim insanı “zaman alanı”nı keşfeder. Tam olarak açıklanmasa da; akıp giden zamanı bir tünel olarak kabul edersek, yanında uzanan bir bakım yolu olarak tanımlayabiliriz bunu. Tüm zamanla bağlantısı olan ama bağımsız, zamanı izleyebildiğiniz ancak görünmediğiniz, ihtiyaç halinde geçiş yapabildiğiniz bir yer hayal edin. Bunu, 300’lerde keşfedilen mekan çoğaltma makinesiyle, birbirinin aynısı olarak, tüm yüzyıllardaki otoyol tünellerine de kurmuşlar üstelik. Ama sonsuzlar bu makinenin toplum için zararlı olduğu kanaatine varıp icat edildiği gerçeğini değiştirmiş ve sadece kendileri kullanmışlar.
Kim bu Sonsuzlar? 27. yüzyılda “Sonsuzluk” kurulur. Zamanın dışında yaşayan ve insanlığın iyiliği için ona müdahale eden “iyi niyetli” insanlar topluluğu olur kendileri.
Sonsuzlar, çok gelişmiş bilgisayarlar kullanarak insanların yaşam şemalarını çıkarır. Yaşamının ne yöne gideceğini tespit ederler yani. Üstelik bunu mevcut ve alternatif gerçeklik ihtimalleri üzerinden yaparlar. Sonsuzların nasıl seçildiğini bilmiyoruz. Ama “üstün” olanların belirlendiğini ve bu kişilerin zamanın gelişimine, zamanda var olarak ya da olmayarak büyük etkiler yapmayacaklarını anlıyoruz. Bu yüzden kadınları seçmiyorlar mesela, onlar daha çok etkiliyormuş.
Zamanda kalan kişilere “Zamancı” adı veriliyor ve onlar, sonsuzların yalnızca yüzyıllar arası ticaret yaptığını düşünüyorlar. Ahşap, kanser serumu, sigara ya da başka bir şey.
Her yüzyılın kendine göre koşulları var. Ve bu koşulları sonsuzluk kısmında da mümkün olduğu kadar muhafaza ediyorlar. Madde temelli ise somut, elle tutulabilir eşyalar, enerji temelli ise örneğin aynalarla bezeli ışık dolu odalarda yaşıyorlar gibi. İnsan bedeni hep aynı ama. Niye acaba? Asimov onu da açıklıyor, endişelenmeyin. Hiçbir sonsuz kendi zamanında yaşamadığı için bu düzene uyum sağlamakta zorlanabiliyor.
Sonsuzların “Zaman özlemi” duyması yasak. Bunun zihinsel bir hastalık olduğu düşünülüyor ve çok tehlikeli. O nedenle doğdukları zamana uzak yüzyıllarda çalışıyorlar. Düşünsenize kendi yüzyılınızda kalsanız, 17-18 yaşına kadar bildiğiniz dünya sürekli değiştirilecek ve aileniz, tanıdıklarınız için var olmayacaksınız bile. Hepsi her seferinde başka kişiler olacak. Öğrendiğiniz her şey hayalden ibaret olacak. Ve bunda sizin payınız da olacak. Oldukça travmatik.
Ne iş yapıyorlar, kısmına girelim artık. Bir zamancı sonsuz olmak için seçildiğinde sonsuzluğa getirilir ve öncelikle çırak olarak eğitim görür. Eğitimini başarıyla tamamlarsa gözlemci olarak çalışmaya hak kazanır. Yine bu kısımda da başarılı olursa teknisyen olarak görevlendirilir.
Hikâyede yer bulan bakım hizmetleri görevlileri, ki bunlar sonsuz toplumunun en alt ancak ‘insan’a en benzeyen tabakası, sosyologlar, sekreterler ve diğer çalışanların nasıl seçildiğini ya da eğitimini bilmiyoruz. Yazar, esas kahraman olan Harlan’ın eğitiminden bahsediyor sadece. Teknik ayrıntılara takılmadan okuyalım, çok da şe’yapmamak lazım.
Öncelikle sosyologlar ilgili yüzyılı, bilgisayarları ile sürekli analiz ederek insanlığa zararlı olabilecek, değiştirilmesi gereken aşırı eğilimler bulunup bulunmadığını inceliyorlar. Atom savaşları, uyuşturucunun fazla kullanımı ya da anaerkil toplumun ektojenik doğumu tercih edip aile yapısının bilindik anlamının ortadan kalkması gibi…Neyse muhtemel zararın tespiti halinde, bir gözlemci çağrılarak durum onaylatılıyor ve nasıl ve ne şekilde bir değişiklik yapılması gerektiği saptanıyor. Gözlemcinin raporu ilgili yüzyılın bilgisayarı -ki bu da bir sonsuz, ama rütbesi böyle- tarafından değerlendirilip sonsuzluk meclisine sunuluyor. Meclisin onay vermesi halinde ise belirlenen “teknisyen” yapacağı bir Asgari Gerçeklik Değiştirmesi (A.G.D.) ile bu sonucu ortadan kaldırıyor. Bu değişiklik bir arabanın fren takımının bozulması, bir kutunun olduğu yerden alınıp alt rafa konulması bile olabilir. Hatta Asimov, “Adımı S Harfiyle Yazın” isimli hikayesinde, bir profesörün ismindeki tek harfi değiştirerek nükleer savaşı önlüyordu. Ancak çok iyi bir teknisyenin yaptığı A.G.D. halinde tüm özgürlük dereceleri, yani alternatif eylem imkanı anında ortadan kalkar ve İstenen Azami Tepki (İ.A.T.) anında gerçekleşir. Adamımız Harlan, işte böyle bir teknisyen. Ama diğer sonsuzlar teknisyenlerin kıymetini bilmiyorlar. A.G.D.’nin sorumluluğu hepsine aitse de son dokunuşu teknisyen yaptığından günah keçisi de o oluyor. Gerçeğe dokunabilen yegane kişi, Sonsuzların arasında dokunulmaz ve yalnız kalıyor. Harlan alışmış buna ve hatta olaylar başladığında memnun bile oluyordu.
İnsanların zihinleri de değiştirildiği için o yüzyıldaki hiçkimse, değiştirilmeden önceki gerçeği hatırlamıyor. Yazılmış kitaplar yazılmamış, şarkılar söylenmemiş, icatlar yapılmamış oluyor. Ama aynı kişinin kitabının her A.G.D.’den önceki kopyası sonsuzlukta saklanıyor. Ya da icadın. Bazı sosyologların özel ilgi alanı hatta bu değişiklikler. Ki depoların dolu, kopyaların onlarca olduğunu söylersek bu değişikliklerin sürekli yapıldığını anlayabiliriz. 122. yüzyıl 13. gerçeklik gibi adlandırılıyorlar.
A.G.D. tabii ki sonraki zamanları da etkiliyor. Ancak 50 yüzyıl sonra etkisi fark edilmeyecek hale geliyor. Bu arada 100 bin yüzyıl ve sonrasında bir süre sonsuzluğun var olduğunu ancak zamana geçiş yapamadıklarını, sonrasında ise insanların bulunmadığını söyleyelim. Nereye gittiler ancak tahmin edebiliriz. Yazar insanların yıldızlararası seyahat edeceğini, hatta bunun için uzayda sıçrayacaklarını kurmuş ise de; sonsuzlar seyahatin anlamsız olduğunu, kırk elli bin yılda bir denendiğini ancak insanların çok yorulduğunu, bir işe yaramadığını düşünmektedir. Uzayda seyahat, A.G.D.’ye tercih edilebilecek bir kazanım değildir.
Peki yüzyıllar arasında nasıl seyahat ediyorlar? “Kazan”larla. Her yüzyılda, aynı yerde bulunan ama fiziksel olarak hareket etmediği için başkalarının da kullanabildiği araçlar. Peki nasıl çalışıyorlar? Bunu sadece bizim gibi sıradan zamancılar merak eder. Çalışıyorlar ya işte! Bir de kol saatine benzer makineleriyle sonsuzluktan zamana geçiş yapıyorlar. Nasıl diye sormayın diyor Asimov, bunlar teorik eğitim görenlerin bilmesi gereken şeyler, bizim değil. Bence ikna edici bir açıklama.
Son olarak paradokslardan ve kurgunun oturduğu zaman kavramından bahsedelim. Bir şeyin aynı şekilde olabilmesi için aynı geçmişe sahip olması gerekir. Yani bugünün yaşanabilmesi için dünün aynı kalması gerekir; “Gerçeklik, eylemsizlik içerir”. Çünkü zaman bir çember gibi işler. Geleceğe dönüş filmi, zamanın bu yorumunu kullanmış gibi. Ama bir sonsuzun başka zamana ait kendisiyle karşılaşmaması gerekir. Neden? Bilmiyoruz, ama tehlikeli işte. Ya da meclis üyesi Sennor’un uzun uzun açıkladığı üzere, birey kendiyle karşılaştıysa karşılaşacağını bilir ve bunu değiştirmek için geleceğini değiştirir, bunun sonucunda da karşılaşmaz. Böylelikle paradoks olmaz, çember asla kapanmaz.
Nihayet hikayeye gelirsek; sevgili Harlan 95. yüzyıl zamancısı iken bir sonsuz olarak seçilmiş, eğitimini üstün başarı ile tamamlayarak başarılı bir gözlemci olmuş. Özel ilgi alanı ilkel tarih, yani 24. yüzyıla kadar olan değiştirilemeyen zaman. Zaman özlemi duyma riskine sahip bir hobi. Kitaplar artık bantlara sığdırılsa da (USB’leri düşünememiş, o zaman kaset varmış) onun gerçek kitapları ve kütüphanesi bile var. Hatta 20-22. yüzyıla ait bir derginin tüm sayıları var -muhtemelen Times dergisi-. Ama Harlan idealisttir, tutucudur, ahlaklıdır vs. Gözlem görevini yaptığı 482’deki bilgisayar Finge‘le pek anlaşamasa da onun raporu sayesinde, yaşayan en önemli sonsuz, kıdemli bilgisayar Laban Twissell ile teknisyen olarak çalışma imkanına kavuşur. Aslında Finge onun bakım hizmetlerinden başka bir yerde çalıştırılmamasını şiddetle tavsiye etmiştir ve Harlan bunu öğrenmiştir. Ne olursa olsun, o çok iyi bir gözlemciydi ve Twissell bunun farkına varmıştı. Mı acaba?
Aslında kitapta olaylar Harlan’ın kuralları çiğnemesi ile başlıyor. Neden olduğunu tahmin edebilir misiniz? Bir kadın yüzünden.
Harlan 482. yüzyılda kadınların tavrı nedeni ile aile kurumunun bozulduğu hususunda gözlem yapmak üzere özel olarak çağırılır. Aslında artık gözlemci değildir, ama bu yüzyılda uzman olduğu için gelmesi istenir. Finge’in kendisinden nefret ettiğine inanmaktadır. Odasına girince o yüzyılın aristokrat ailelerinden birinin mensubu ile tanışır; Noÿs Lambent. Finge onu sekreter olarak işe aldığını söyler. Harlan onun sekreterinde gözü olduğunu ve bunun yanlış olduğunu düşünür, birazcık da kıskanır. Çünkü Noÿs olduğu gibi kalması gereken rafine bir güzelliktir. Sonsuzlukta kadın yoktur ve sonsuzlar ancak gerekli değerlendirmeler yapıldığında Meclisin onayı ile geçici zamancı eşlere sahip olabilirler. Finge der ki, gözlemlemek için bu kadının evinde kalmalısın. Asla olmaz, der kuralcı kahramanımız. Ama mecburen kalır. Tabii Noÿs’e kaçınılmaz olarak aşık olur. O da Harlan’a karşı boş değildir. Finge’i kıskandıracağını düşünüp böbürlenir. Hatalı işler yapar. Finge bunu fark ettiğinde odasında Harlan’ı sıkıştırır. Büyük bir gururla, “Seni seçmedi, beni seçti işte”, diye hava atarken gerçekle yüzleşir kahramanımız. Bu yüzyılda zengin kadınlar arasında, bir sonsuzla birlikte olunması halinde kendilerinin de ölümsüz olacağına ilişkin bir batıl inanç vardır ve Finge bunu araştırmak için tipsiz ve tutucu Harlan ile afet Noÿs’ü denek olarak kullanmıştır. “Yoksa o kadın niye seni seçsin?” der. Önemli olan aşkla seçmek midir, yapılan “reklam”dan etkilensek de olur mu? Sonuçta bir başka sonsuzu değil, Harlan’ı seçmiştir. Değil mi? İnsan, inanmak istediği her şeye kolayca inanır. Hatta Napolyon der ki; “Bu düşündüğüm bana çok doğru geliyor, muhtemelen çok yanlış.”
Harlan, kuralları çiğner, kız arkadaşını sonsuzluğa getirir. Keşfettiği bir gerçeğin onu vazgeçilmez yapacağını, meclisi zorlayarak kız arkadaşı ile birlikte mutlu mesut yaşayacakları bir hayat kuracağını düşlemektedir.
Twissell, Harlan’dan 21 yaşında sonsuzluğa getirilen -ki bu çok geç bir yaştır- Brinsley Sheridan Cooper isimli bir sonsuzun eğitimine yardım etmesini ister. Daha çok matematikte eğitilen gence ilkel tarih dersleri vermektedir. Becerisi ve yeteneği vardır. Bu tüysüz yeniyetme Mallansohn’un bulanık tek resminden öğrenilen bıyığı da bırakır. Ama Harlan nedense ona pek ısınamamıştır.
Ya Vikkor Mallansohn zaman alanını kendi başına bulmadıysa? 24. yüzyılda geliştirdiği fikirlere rağmen aslında 27. yüzyılda geliştirilecek denklemler olmadan zaman alanının keşfedilmesi mümkün değil. Aaa! Cooper gidip Mallansohn’u eğitecek. Harlan işte bunu keşfetmiştir.
Bundan sonrasını da anlatırdım ama kitabı okumanıza gerek kalmaz o zaman. Özetle, Harlan tam her şeyi anladım derken yine yine yanılır. Çünkü bilim-kurgu kahramanı olmak bunu gerektirir. İşler yanlış gider ve düzeltmek için geçmişten gelen bir mesajı bulmaları gerekir. 28 Mart 1932 tarihli Harlan’ın koleksiyonundaki bir dergide atom bombası patlaması ile oluşan duman resmi vardır, reklamdaki kelimelerin baş harfi de atom kelimesini oluşturmuştur. Sonuç olarak, Harlan ve kız arkadaşını 1932 yılında bir seçim yapmak zorunda kalırlar. Yaşadıkları zamana ait gerçeklik çemberi kapanabilecek midir, yoksa sonsuzluğun sonu mu gelecektir?
Sonsuzluğun “en iyi” kabul ettiği şey nedir? “Emniyet ve güvenlik. Ölçülülük. Aşırılığa kaçmamak. Uygun bir kazancı garantilemeden hiçbir riske girmemek… Sonsuzluk, gerçeklikteki felaketleri çözerken, aynı zamanda zaferleri de yok ediyor.” İnsanlığın Temel Hali; sınırsız çeşitliliğe ulaşmasıdır, arzulanan budur. Peki bunun önündeki engel nedir? İnsanlığın seçme hakkının elinden alınması. Bunları öğrenen Harlan hangi yolu seçecek dersiniz? Çember kapanmazsa belki kendisi ve kız arkadaşı da hiç var olmayacak.
İlk defa bir kitabı bu kadar kısa özetliyorum, sürprizi kalmayacak aksi durumda. Bol düşünmeli bir kitap okuması oldu benim için. İyi ve kötü, kader, kibir, merhamet, idealler üzerine uzun uzun düşündüm. Belki de bu kitap yüzünden dolanıp duran çember kırıldı. “Bir kitap okudum hayatım değişti” argümanına hep temkinli yaklaşıyorum. Ama ya tüm kitaplar hayatımızı değiştiriyorsa? İnsanlığın sınırsızlığı zihnin sınırsızlığında başlar. Sevgiler.
Kaynaklar:
Isaac Asimov, “Sonsuzluğun Sonu”, Monokl Yayınları, 2012
Wikipedia ve internet yorumlarından faydalanılmıştır.