Zaman sonsuz, ama bizler için değil. Ölümsüz olmak ister miydim diye düşünürüm bazen. Sanırım istemezdim. İnsan doğası gereği tüketmeden yaşayamıyor ve tüketilecek şeylerin de bir sınırı var. Sadece ihtiyaçlar değil, istek ve beklentiler de öyle. Sevgimiz bile sınırsız değil. Bıkmak, unutmak insana özgü şeyler. Belki de bizim kültürümüzle alakalı. Seksenini aşmış neredeyse herkes ölümü bekler. Yapılacaklar bitmiştir. Bitmese de enerji tükenmek üzeredir. Ölümsüz de olsak bedenin sınırlarını aşabilecek miyiz bakalım. Derseniz hayaller sınırsız, siz de haklısınız. Ama hiç sonsuza dek hayal kurmak gibi bir hayalim olmadı.
Olana dönersek; yaşıyoruz, ama ömür de geçiyor işte. “Oysa biz, yaşamaya devam edenler, her yıl, her ay, her gün yaşlanmaya da devam ediyoruz. Öyle zaman oluyor ki bazen her saat başı yaşlandığımı hissediyorum adeta. Ve işin korkunç yanı, bunun doğru olması,” diyor Haruki Murakami “Rüzgarın Şarkısını Dinle” kitabında. Korkunç mu gerçekten?
Her şeyin başı ve sonu olmalı diye düşünüyorum. İstikrar için. Ben istikrar severim. Nereye gideceğimi bildiğim zaman daha huzurlu oluyorum. Kim derdi ki, ‘deadline’ (son tarih) huzur verecek. Mesela editörüme sorsanız, bu ayın yazıları yetişmezse o ‘deadline’ benim de vadem olabilir. Yetişir yetişir. Anladığınız üzere fiziki sonlar kastettiğim. Yapay sınırların yan etkileri apayrı bir konu. Ayakta kalmak, direnmek bile, yıkılabileceğim bir vakit geleceğini bilince daha katlanılır oluyor. Benim gibi düşünmek zorunda değilsiniz elbette. Ama Forrest Carter da “Küçük Ağacın Eğitimi” kitabında, “Öğren yaşamdaki ölümün günle birlikte olduğunu, birinin diğeri olmadan olamayacağını öğren o zaman gidişatı öğreneceksin,” diyor.
Yarının ne götüreceğinden endişelenmek yerine bugünün var olduğu bilinciyle yaşayabilmekle alakalı belki de bu. “Her zaman şimdide yaşamayı başarabilirsen mutlu bir insan olursun,” diyor Simyacı’da Paulo Coelho. Geçen zamana üzülmek de yararsız. Öyle ya da böyle, geçti. Etkileri oldu elbet, ama herkes bugüne gelmek için geçmişte yürümek zorunda. “Şimdiki zaman herkes için aynıdır, bu yüzden geçmiş zaman da aynıdır ve yitip giden sadece bir andır,” der Marcus Aurelius, “Kendime Düşünceler” eserinde. Gelecek için, herkes için umut vardır bu durumda.
Peki geçmişle geleceği nasıl ayırt eder insan? “Hapiste insanın zaman kavramını kaybettiğini okumuştum. Ama bunun benim için pek de anlamı yoktu. Günlerin nasıl hem uzun hem bu kadar kısa olabildiğini anlamamıştım. Yaşaması uzundu elbette, fakat o kadar genişlemişlerdi ki sonunda iç içe geçiyorlardı. Adlarını yitiriyorlardı. Benim için içi boşalmadan anlamını koruyan yalnız dün ve yarın sözcükleriydi,” diyor Yabancı’da Albert Camus. Basitçe dün ve yarın olarak baksak hayata… Ne de olsa, zaman öyle bir akarsu ki, kimi zaman çağıldayarak üstümüzden aşıp geçerken kimi yerde sığlaşıp gölleşiyor. Görelilik kuramı desem ya da kısaca. Geçen zamanın nasıl aktığıyla ilgili bir sorunu ortadan kaldırmış oluruz belki böylece. Dün geçmiştir, yarın gelecek. Düşünmeye dalarsanız her şey karışıyor yoksa. Çünkü uzayıp sünen her şey bulanıklaşıyor. Gülün Adı’nda Umberto Eco’nun dediği gibi, “Bir an gelir, bu ırmak çok uzun bir zaman, çok geniş bir alanda aktığı, tüm ırmakları kendi içinde yok eden denize yaklaşmakta olduğu için yorgun düşmüş, artık ne olduğunu bilmez. Kendi kendisinin deltası olur. Bir ana kolu hâlâ varlığını sürdürebilir, ama birçok kol ondan ayrılıp her yöne dağılır, kimileri yeniden birbirine karışır; artık neyin, neden çıktığını anlayamazsın; bazen hâlâ ırmak olanla, çoktan deniz olanı ayırt edemezsin. “
Kaldı ki geçmiş bile hep aynı kalmıyor. Dedim ya insan unutur. Çünkü özneldir. Çoğu zaman olayları duygularımıza göre hatırlama eğilimindeyiz. Örneğin “Vronski, onu ilk karşılaştıkları zamanki gibi anımsamaya çalışıyordu. Yine bir garda olmuştu karşılaşmaları ama o zaman ne kadar sevimli, gizemli, sevgi dolu, mutluluk arayan ve veren biriydi; son olarak gördüğü o acımasız kindar halinden ne kadar uzaktı! Anılarında, Anna’yla geçirdiği en güzel anları bulmaya çalışıyordu yeniden. Ama bu anılar sonsuza dek zehirlenmişti artık…” diyor Tolstoy, Anna Karenina’da. Ya da Halil Cibran’ın Ermiş’te dediği gibi, “Kederli olduğunuz zaman kalbinizin derinliklerine bakın, üzerine ağladığınız şeyin aslında size bir zamanlar keyif veren şey olduğunu göreceksiniz.” Yaşadığımız her şey bizi değiştiriyor, hislerimizle yargılıyoruz zamanı. Hatta mekanı da aslında. “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!” diyor ya Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde. Tam da öyle. Zamanın biz olmadan bir anlamı da kalmıyor.
O halde bize bağlı olan zamanı da değiştirebiliriz. Aslında her adımımızda seçimler yapıyoruz. Ben bu yazıyı yazarken, sizler okurken, çalışmak yerine yatarken ya da hiç durmadan çalışırken, şunu değil de berikini sevdiğimize kendimizi inandırırken, falancanın bize doğru attığı adımı geçen gün bizi kırdığı için görmezden gelirken… Zaman hep seçimlerle birlikte geliyor. Hem de son ana kadar. “En son anda bile, evrenin bütün ilişkilerini değiştirme olasılığına her zaman sahibiz…” “Ortaçağı Düşlemek” kitabında böyle diyor Umberto Eco. Ve her adımımız bir diğerinin atacağı adıma etki ediyor. Muazzam bir güç değil mi? Ama biliyorsunuz, büyük güç büyük sorumluluk getirir.
Zaman görecelidir dedik ama zamanın aktığının farkına nasıl varırız? Kaybederek mi, zaferlerimize tutunarak mı, çalışarak mı ya da boşluğu dinleyerek mi? Momo’da Michael Ende diyor ki, “Kör biri için gök kuşağının renkleri ve sağır biri için kuş sesleri nasıl boşunaysa, yürekte algılanmayan zaman da öyle boşa gider.” Fernando Pessoa da “Anlamaktan Yoruldum” adlı eserinde “İnsan hiçbir zaman çok fazla düşündüğü zamanki kadar yoğun yaşamaz,” diyor. Düşünmeli miyiz, hissetmeli mi? Belki de kastettikleri şey farklı değil. Yeter ki zamanın kıymetini bilelim. “Ölü Ozanlar Derneği” kitabında N. H. Kleinbaum’un da dediği gibi “Vakit varken tomurcukları topla. Zaman hala uçup gidiyor ve bugün gülümseyen bu çiçek, yarın ölüyor olabilir.”
Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar’da Arthur Schopenhauer da “Boş zaman, tam da Ariosto’nun dediği gibi, cahillerin can sıkıntısıdır. Sıradan insanlar sadece zamanı ‘geçirmeyi’ düşünürler; herhangi bir yeteneği olan bir kimse ise ondan ‘yararlanmayı’ düşünür.” diyor mesela. Çabalamayı bırakmayalım, düşünmeyi de. Hatta düşünmek çok ilginç bir eylem değil mi? Cengiz Aytmatov’un Dişi Kurdun Rüyaları’nda dediği gibi “Bir anda geçmişe dalabilen, zaman ve mekan sınırlarını aşabilen düşüncenin hızı yanında, ışık hızı hiç kalır.”
O halde zamanın bizim için, bizimle aktığını düşünebilir miyiz? Her şey bizimle alakalı. Sonuçta Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak‘ta dediği gibi, “Zamanın da pek o kadar kabahati yok, hiç şüphesiz kabahat bizde, dedi. Başımız sıkıya geldikçe zaman zaman diyoruz.”
Varsın akıp geçsin zaman. Tutamayacağız nasılsa. Akıntıya karşı kürek çekmek yerine akıntıyla birlikte atalım kendimizi ulaşmak istediğimiz o sahile. “…çünkü insan ömrü kısadır ve çimleri çiğnemek için dünyada hiç kimseye çok uzun bir zaman bağışlanmamıştır,” Mihail Şolohov’un Durgun Akardı Don’da dediği gibi, gözümüzü açık tutalım. Yoksa korktuğumuz olacak, Sabahattin Ali’nin Değirmen’de dediği gibi “Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa; ‘Dünyada neler gördünüz?’ dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki.. “
Ortak payda zamanın geçtiği oldu ya, hem üzeyim hem silkeyim istedim sizi ve kendimi. Kalkın, gidip yarım kalan işlerimizi bitirelim. Kolay gelsin cümleten.