Tecâhül-i Ârif’e geri dönüş konumuzu “zaman” olarak belirleyince, kişisel hayranlığımın da neticesi olarak, üzerine bir şeyler yazmak istediğim ilk eser “Fahim Bey ve Biz” oldu. Ne kadar isabetli bir seçim yaptığıma dair kanıtı ise kitap üzerine yazılan ve söylenen şeyleri araştırırken, Ekim 2018’de Zeytinburnu Kültür Sanat çatısı altında yapılmış bir etkinlikte, Selim İleri ve Handan İnci‘nin “Gölgedeki Romanlar” söyleşi programının “Fahim Bey Biz’i Çağırıyor!” bölümünde buldum. Şöyle diyordu Handan İnci:
“Aslında bu romanın bir zaman romanı olduğunu söylememiz gerekiyor. Anlatıcı var; anlatıcı, babasının arkadaşı Fahim Bey’i bize anlatıyor. Aslında Fahim Bey hiç değişmiyor, ama anlatıcı değişiyor. Anlatıcının çocukluğu, gençliği ve orta yaşı, Fahim Bey’i nasıl gördüğünü, nasıl değerlendirdiğini göstererek değişiyor. Aslında büyüyen, olgunlaşan, değişen; anlatıcı. Fahim Bey hep aynı, aynı kişi.”
“Fahim Bey ve Biz”, Abdülhak Şinasi Hisar‘ın çıkış romanı ve yazdığı üç romandan ilki. Kendisi de, yazarı da, çeşitli sebeplerden hak ettiği ilgiyi görmemiş bu roman, gerçekten de edebiyatımızın gölgelerinde kalmış. Ama bunlara geçmeden önce, yazıyı biraz daha kişiselleştirerek, Fahim Bey ile tanışma sürecimden bahsetmek istiyorum.
Ben “Fahim Bey” ve “Abdülhak Şinasi Hisar” isimlerini, bundan yaklaşık 6-7 yıl önce, televizyonda duydum. Trt’de “Fahim Bey ve Biz” üzerine yapılmış bir belgesele rast gelmiştim. Çok kısa bir süre, parça parça şahit olduğum bu belgesel hafızama o kadar derin kazındı ki, o günden sonra “bu kitabı mutlaka okumam gerek” düşüncesi aklımdan silinmedi. Sebebi kesinlikle belgeselin etkileyiciliği değil (güzel bir belgeseldi, o ayrı konu). Sebebi, çok yüzeysel bir anlatımdan bile kendini belli eden o sıradışı ince ruhtu; hem karakter Fahim Bey’in, hem de onun yazarı Abdülhak Şinasi’nin ince ruhu.
Roman boyunca, bir anlatıcının Fahim Bey’in hayatını naklettiği anlaşılıyordu. Ama benim içimde uyanan ilk merak, Fahim Bey’in hayatından ziyade, romanın ismine dairdi. Fahim Bey, belli ki biriydi. Peki ya “biz” kimdi? Anlatıcı ve anlatıcının gözünde diğer roman karakterleri mi? Yazar ve onun çevresindeki insanlar mı? Yoksa, içinde benim de bulunduğum bir “biz” miydi bu? Okuyucular ve kitabı okuyabilecek olan herkes miydi? Fahim Bey’i bizden farklı yapan neydi peki? Yazarın veya anlatıcının, bu ince ruhlu ve belli ki ayrıksı adamı, resmedilecek bir misal, incelenecek bir numune olarak seçme sebebi neydi?
Belgeselin çok az bir bölümünü izleyebildiğimden, bu soruların cevapları veriliyorsa bile ben o gün bulamamıştım. Çaresiz, kitabın kendisini okumak ve cevapları bizzat bulmak gerekiyordu. Lakin sadece “Fahim Bey ve Biz” değil, herhangi bir Abdülhak Şinasi Hisar kitabını elde etmek, özellikle de bugün, pek müşkül bir iştir. Ben aradığım tarihte de yeni baskıları yapılmıyordu. Uzunca bir süre sonra emelime ulaştım ve daha ilk sayfada bu kitabı keşfedebildiğim için kendimi müthiş şanslı hissettim. İşte böylece tanıştığım “Fahim Bey ve Biz”, o günden sonra kütüphanemdeki en değer verdiğim kitaplardan biri, belki de birincisi oldu. Bugün, kitabı defalarca okumuş olmama rağmen, her cümlesinde o ilk okuyuşumdaki lezzeti bulurum.
Abdülhak Şinasi Hisar, Tevfik Fikret‘ten Türkçe dersleri almış, Paris’te Jön Türkler için yayımlanacak derginin başına getirilmiş, bu dönemde Anatole France ve Maurice Barrés ile tanışmak için türlü maceralara atılmış (başarılı da olmuş), Jean Moréas, Henri de Régnier gibi isimlerle bir araya geleceği bir edebiyat çevresine dahil olmuş, yine Türk edebiyatının büyük yazar ve şairlerinden Yahya Kemal, Refik Halid, Ahmet Haşim, Ahmed Hamdi, Yakup Kadri ile dostluk kurmuş, aralarında Dergah, Varlık gibi dergiler ve Hakimiyet-i Milliye gibi gazetelerin bulunduğu bir çok mecrada yazılar yazmış, hatta Türk Yurdu dergisinin genel yayın müdürlüğünü bile yapmış olmasına rağmen; ilk romanı olan “Fahim Bey ve Biz”i oldukça geç bir yaşta, ancak ellisini geçmişken yayımlayabilmişti. Lakin bunun sebebi, iyi yazamaması değildi. Edebi çevrelerde bunca beslenmiş, ince bir zevk ve kendine özgü bir tarz oluşturmuş Abdülhak Şinasi, son derece naif ve alıngandı, eleştirilmekten de müthiş korkardı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu‘nun “Gençlik ve Edebiyat Hatıralarım” kitabında da bahsettiği üzere, bu ilk romanı yayımlamadan önce de büyük buhranlar geçirmiş, şüphelere düşmüş. Hatta, neredeyse son anda vazgeçecekmiş.
Gerçi endişelerinde pek haksız olduğu da söylenemez. Abdülhak Şinasi’nin yazım stili, döneminde (hatta şimdi bile) son derece nev-i şahsına münhasırdı. Öyle ki, hem Marcel Proust‘dan esintiler taşıdığı söylenecek, hem de Tanpınar’ın dahi “bu bir roman mıdır” sorusunu sormasına neden olacaktı. Zira romanlarda alışık olduğumuz belirgin bir olay akışından yoksundu. Hatırat benzeri bölümlerin art arda dizildiği bir yazım stili vardı. “Gençlik ve Edebiyat Hatıralarım”da Yakup Kadri de aynı endişeleri paylaştığını itiraf eder. Lakin korkulan olmaz, “Fahim Bey ve Biz” hem edebiyat dünyasının, hem okuyucunun ilgisini çeker; dahası, 1942’de Cumhuriyet Halk Partisi tarafından düzenlenen roman yarışmasında, Halide Edip‘in “Sinekli Bakkal”ı ve Yakup Kadri‘nin “Yaban”ının ardından üçüncü olur. Hatta Halid Ziya Uşaklıgil (kendisi de yarışmanın jürisindedir), bu romanı uzun bir inceleme yazarak över.
“Bu kitap Türk edebiyat tarihinde birdenbire fırlamış bir irtifa [yükseklik] noktasını gösteren bir tepe mesabesindedir [derecesindedir]; bu tepenin üzerine yapışan rakım da Abdülhak Hisar’ın namıdır.”
Halid Ziya’nın işte böyle başlayan eleştirisi (ya da övgü demek daha doğru), “Sanata Dair” kitabında iki parça halinde bulunabilir. İşin en ilginç yanlarından biri de, Yakup Kadri’nin naklettiği kadarıyla, geç yaşına kadar adı sanı duyulmamış bir yazarın ilk eseriyle böyle bir başarıya ulaşması okuyucuya tuhaf gelse de, bu durumun edebi çevreleri hiç şaşırtmamasıdır. Sanki herkes Abdülhak Şinasi’yi daha yazmadan “yazar” kabul etmiş, bu tek eserle yetkinliğine ikna olmuş gibidir. Halid Ziya da bundan bahseder ve Abdülhak Şinasi’den uzun süredir böyle bir eseri umduğunu, beklediğini söyleyerek, daha önceden de tanıyıp sohbet ettiği yazar hakkında, “Ne yazık ki yazmıyor!…” diye hayıflandığını anlatır.
Yakup Kadri bu sonucu “Fahim Bey ve Biz’in her şeyden evvel insani bir ruh taşımasına” bağlar ve tekniğin bu ruhtan sonra geldiğini belirtir. Gerçekten de Abdülhak Şinasi’nin sadece “Fahim Bey ve Biz”i değil, her üç romanı da, merkezine aldığı karakteri öyle derinlemesine inceler, onlar üzerinden hayata dair öyle ince fikirler ortaya koyar ki, sanki anlatısı edebiyattan, sanattan, kurgudan sıyrılmış, bir öze ulaşmış gibidir. Sürükleyen bir olay akışı bulunmaz. Dili sanatlıdır, nice fikirler taşır; ancak tuhaf bir biçimde, sanat yapma kaygısı güdüyor veya mesaj verme niyeti taşıyor gibi de görünmez. Sanki Abdülhak Şinasi sadece anlatır, konuşur; naif, güzel cümlelerle hayattan ve hayatın yekününe dair hislerinden bahseder ve okuyucu bir kurgu değil, nakledilen bir hikayeyi dinler. 1962 yılı Kasım ayında, Erdal Öz ve Muazzez Menemencioğlu tarafından yapılmış bir röportajda, muhtemelen kitaplarının roman olarak değerlendirilemeyeceği eleştirilerine karşılık vererek, kendisi de eserlerinden roman değil, hikaye olarak bahseder.
“… Romanda biraz icat edilmiş kısımlar vardır. Eskiden beri tanınmış olan roman söylemi, bir ‘macera’ meselesi, vak’anın hikayesidir. Halbuki benimkiler hakiki, samimi bir takım hatıralar gibi olduğu için, (onlar) hikaye… Yani ben olan bir şeyi hikaye ediyorum. … Sizin vakayı, yaşadığınız bir şeyi, yahut bir zamanı, yahut bir hadiseyi hikaye etmeniz, bir hikayedir. Tıpkı benim olduğu gibi. … Bizim bir hadise(ye) ehemniyetimiz yoktur. … Önemli olan sizin yaptığınız hikayedir, yani sizin anlattığınız hayattır, yahut yaşayan insandır.”
Zaman zaman ise bireyci olmakla, mekan edindiği Boğaziçi’nin veya İstanbul’un yoksulluklarını, toplumsal problemlerini görmemekle, adeta fildişi bir kulenin tepesinden bakarak yazmakla eleştirilir Abdülhak Şinasi. Selim İleri ise bu eleştirileri isabetli bulmaz ve Abdülhak Şinasi’nin karakterleri üzerinden “her bir insanın maddi manevi sıkıntılar çektiğinden” bahsettiğini söyler. Gerçekten de Abdülhak Şinasi ne topluma, ne de insana karşı duyarsızdır. “Fahim Bey ve Biz”de kalburüstü olarak nitelendirilebilecek bir karakter portresi ortaya konulsa da, karakterin yaşadığı acı, çektiği zorluklar son derece insanidir, devrine ayna tutar ve bu zorluklar üzerinden insanoğlunun yalnızlığı ve acısı anlatılarak hoşgörü ve merhamet ricasında bulunulur. Üstelik romanın satır aralarında bir dönemin eleştirisinin, irdelemesinin yapıldığı okunabilir. Diğer yandan, belki de kendi kişiliğinin bir sonucu olarak, anlatacaklarını dikkatle seçer Abdülhak Şinasi; ölüm, yaşlılık, hastalık, yabancılaşma, değişim, zamanın götürdükleri gibi temaları işlerken, okuyucusuna çirkin, yozlaşmış görüntüler sunmaktan itinayla uzak durur. O, bir kurgucu, bir yergici değil, bir geçmiş zaman anlatıcısıdır ve bunu şu sözleri ile ifade eder:
“Bütün yazdıklarım, gönlümde kalmış bir takım hatıralardan ibarettir.”
“Fahim Bey ve Biz”, iki baş karakteri olan bir roman olarak değerlendirilebilir. Bunlardan biri kitap boyunca sergüzeştini dinlediğimiz Fahim Bey, diğeri de bu hikayeyi bize nakleden anlatıcıdır. Anlatıcının Abdülhak Şinasi’ye benzerliği yadsınamasa da, o olduğunu kesin olarak iddia etmek mümkün değil. Fahim Bey’in kim olduğuna dair de benzer tartışmalar var. Yakup Kadri’ye göre Fahim Bey, Abdülhak Şinasi’nin babasının arkadaşlarından Fatin Bey diye bir zattır, üstelik bu zat ile karısını Yakup Kadri de tanımıştır.
Biz ise Fahim Bey’i romanın ilk sayfasında, hakkında verilen ölüm ilanıyla tanırız. İlanda yazdığı üzere Fahim Bey eski bir maslâhatgüzar ve Tütün İnhisarı idaresi Mütercimidir. Lakin hemen ardından, bahsedilen bu maslâhatgüzarlığın birkaç günlük bir şey olduğunu öğreniriz ve anlatıcının Fahim Bey’i hikaye edişi esasen bu noktada başlar.
Anlatıcı, Fahim Bey’le babasının arkadaşlarından biri olarak tanışır ve hakkındaki ilk hikayeleri de babasından dinler. Babasının söylediklerine göre tuhaf mizaçlıdır, ama dünyanın en iyi kalpli adamlarından biridir Fahim Bey. Lakin biraz talihsizlikten, çokça da kendi garip mizacından ötürü, başından pek çok ilginç olay geçer. Burada Fahim Bey’in sırf babasını gururlandırmak için maaşı olmadığı halde nasıl da büyükçe bir konak tutarak bin türlü borca girdiği, gençliğinde yaşadığı aşklar, maslahatgüzarlık macerası, karısı Saffet Hanım, evinin düzeni, alışkanlıkları, zevkleri hikaye edilir.
Pek bilgili, görgülü, kibar, yabancı dil bilen, iyi eğitimli bir adamdır Fahim Bey. Yalnız biraz “antika”dır. Anlatıcı, Fahim Bey’i tanıyan insanların onun hakkındaki görüşlerini de es geçmez, anlattığı her maceraya bunları yedirir. Böylece “Fahim Bey ve Biz”deki “biz” de ortaya çıkar. Örneğin, İstanbul’un entelektüel çevrelerinin gözünde bilgili, ince ruhlu, saygı duyulması gereken bir adamdır, oysa anlatıcının eniştesine göre “Deli, züppe, dinsiz” biridir Fahim Bey.
Burada bir noktaya daha dikkat çekmek gerekir sanırım: Fahim Bey, Türk edebiyatındaki yazarı tarafından yerilmemiş nadir alafranga tiplerden birisidir. Abdülhak Hamid‘in Felatun Bey‘i, Recaizade Mahmud Ekrem‘in Bihruz Bey‘i, Hüseyin Rahmi‘nin Şatırzâde Şöhret Bey‘i gibi Batı özentiliğinin kötü durumlara düşürdüğü karakterlerinden farklı olarak Fahim Bey alafrangadır, bu uğurda gülünç duruma düştüğü de olur, lakin yazar veya anlatıcı tarafından kötü örnek olarak gösterilmez. Kendisinin tam zıttı bir tip olan “Çamlıcadaki Eniştemiz”in Hacı Vamık Efendi‘sinde de bu durum geçerlidir (Vamık Efendi, biraz önce Fahim Bey’i züppe, deli, dinsiz diye tanımladığından bahsettiğimiz eniştenin ta kendisi). Abdülhak Şinasi, sadece karakterlerini tahlil edip başından geçenleri hikaye etmeyi seçmiş, taraf tutmaktan dikkatle kaçınmıştır.
Fahim Bey’in bütün tuhaflıklarının altında ise geleceğe dair beslediği ümit, her olayda rehber edindiği bir çeşit namus hissi ve onmaz hayalleri vardır. Öyle ki bu hayaller bir zaman sonra gerçekle adeta karışır ve Fahim Bey’i bize sahiden de bir deli gibi gösterir. Esasen o bir hayalperesttir, Halid Ziya’nın deyimiyle “bir hülya adamıdır” ve yine onun yorumuna göre öyle bir hülya adamıdır ki hayal ettiği alemi adeta hakikate dönüştürür. O, sadece kendisini değil çevresindekileri de bu hayal aleminin gerçekte mevcut olduğuna inandırma maharetine sahiptir. Babasını mesut etmiş olma saadeti için tuttuğu, o boş odalardan ibaret konak, hemen herkesi uğrunda canla başla çalıştığına, pek yakında muvaffak olacağına inandırdığı pamuk ziraatı teşebbüsü, hep bu minvalde hadiselerdir.
“Fahim Bey ve Biz”, Handan İnci’nin de söylediği gibi “bir zaman romanıdır” aslında. Geçen zamanın hikaye edilmesidir. Hikayenin odağı olan Fahim Bey de, anlatıcının kendisi de zamanla değişirler ve eserin esas konusunu bu değişim ve değişen şeyler oluşturur. Fahim Bey, genç bir memur adayı olarak mezun oluşundan ölümüne kadar, etrafında dönen dünyaya, geçen zamana ayak uydurmaya çalışır. Anlatıcı, Fahim Bey’i ilk gördüğünü andan son gördüğü ana kadar, sürekli olgunlaşır ve onun hakkındaki düşünceleri de bu minvalde değişir. Başlarda kendi babasının anlattıklarından tanımaya başladığı Fahim Bey’i, zaman ilerledikçe kendi görüşlerine göre tekrar tekrar yorumlar.
“Ben de, uzun bir zaman içinde, Fahim Beyi arada sırada görerek veya ona dair söylenenleri işiterek hakkında birtakım kanaatler edinmiştim. Ancak bu hislerim geçen günlerle değişmekten hali kalmadı. Onu en evvel hemen çocuk, sonra genç, sonra orta yaşlı gözlerimle görmüştüm. Esasen herşeyi muttasıl yoğuran zamanla o da değişiyordu. Gördüğümüz insanların ruhları değişir, şekilleri değişir ve biz değişir, onları değişmiş görürüz.”
Hikaye böylece ilerler, “aradan zaman, pek çok zaman geçer”. Fahim Bey’in ait olduğu dünya yok olmuş, geçmişte kalmıştır. Anlatıcı da geçmişte kalan bu dünyaya Fahim Bey’in aynasından bakmakta, artık içinde yaşadığı zamanda bir yer edinmeyi başaramayan Fahim Bey üzerinden tüm bu değişimi ve etkilerini izlemektedir. Ona geçmişten bahisler açar, anlattıklarını uzak bir masal gibi dinler. Bir süre sonra ilgisini yitirir üstelik, Fahim Bey konuşmaya hevesliyse de, anlatıcının dinlemeye hevesi kalmamış gibidir. Artık zaman, anlatıcının zamanıdır ve o bu çağın ortasında, bu devrin insanı olarak, meşguldür.
Nihayetinde Fahim Bey’in kendisi de zamana yenik düşer. Yaşlanmış, bedenen, zihnen zayıflamıştır. Zamanın hızla geçtiğinden dem vurarak sitemler edip durmaktadır. İşin garibi, anlatıcı da aynı görüştedir artık. Aralarındaki ayrım belirsizleşmeye başlamıştır. Zaman, sadece Fahim Bey için değil, ondan bir sonraki nesle mensup olan anlatıcı için de akıp gitmektedir ve biri kendi dünyasını çoktan yitirmiş, diğeri de yavaş yavaş günün gerisinde kalmaya başlamış bu iki adam, dünyaya ortak bir pencereden bakar olmuşlardır. Bunu önce anlatıcının, sonra Fahim Bey’in ağzından, şöyle okuruz:
“Eyvah! Zamanlar ne kadar çabuk geçiyor! Sür’atleri gittikçe artıyor. İnsanın yaşı ilerledikçe zamanı darlaşıyor. İşi ve parası çoğaldıkça zamanı azalıyor! Önümüzde kalan günler eksildikçe bunların kıymetini daha çok anlıyor, fakat ne yazık ki artık yaşamaya imkan bulamıyoruz. Hiçbir şey yapmaya vaktimiz kalmıyor. Geçen zamanın geçtiğini duymaya bile vaktimiz olmuyor.”
“- Aman! diyordu, şimdi günler ne kadar çabuk geçiyor! Evvelleri hiç de böyle değildi. Gönül isterdi ki, zaman insana biraz fırsat versin, biraz rahat nefes alalım! Fakat ne mümkün! Bazan pederinizle birlikte mektepte bulunduğumuz o nurlu, o mes’ut zamanları hatırlıyorum da bunlar bana hâlâ daha sanki dünmüş gibi geliyor! Sonra, yaşımı, başımı düşündükçe, hayatımın geçmiş olduğunu anlıyor, kendimin mutlak bir yanlışlığa bir kurban olduğumu sanıyorum! Vaktiyle arada bir gelip eski hesapların hatâlarını düzelten muhasebeci Kalavasi Efendi gibi biri gaibden çıkıp da bu yaşlanma hesabımın yanlışlığını düzeltecek zannediyorum. Bunca seneler nasıl olmuş da bu kadar çabuk gelip geçmiş! Hûdâ bilir bu sür’ate bir türlü akıl erdiremiyorum!”
O zamana kadar Fahim Bey’i bir numune gibi izleyip inceleyen anlatıcı, hikayenin sonuna gelindiğinde, belki kendi sonundan korkarak, Fahim Bey’e sorular yöneltmeye başlar, onu anlamak için daha ziyadesiyle çaba gösterir. Fahim Bey kimdir? Biz, Fahim Bey’i ne kadar tanıyabilmişizdir? Daha da önemlisi, nasıl hatırlanacaktır Fahim Bey? Zaman, Fahim Bey’den geride neyin kalmasına müsade edecek, neler yok edecektir? Abdülhak Şinasi’nin “Fahim Bey” ve “Biz” ayrımını en keskin yaptığı yer, işte burasıdır.
“Kendisine bahşiş veremediğiniz han kapıcısı sizi “naletin biri” sayar, eski gazetelerinizin ince kağıt parçalariyle işaretli yerlerini karıştırdığı için kendisine ifrit kesildiğinizi gören hizmetçi size bir nevi deli diye bakar, daha edeceğiniz nice iyilikleri bekliyen Reji hademesi sizi evliya bilir, bense sizi, hisler ve fikirlerim yavaş yavaş ve parça parça değiştikçe, geçmiş zamanın hoş görünüşlü, hoş sözlü, bir hayli vakit kaybettirici ve biraz safdil bir ihtiyarı bulurken, siz, hakikaten bütün za’fı ancak iyiliğinden gelen bir adam mıydınız? Haklı olanlar bizler miydik?”
“Zaman her şeyle aramızı açar. Zamanın mezarına bir zaman daha gömülür. Tarihî vak’alar bile, ilk anlarda ebedî zannolunan kıymetlerini zaman ile büsbütün kaybeder. Ve her şey karışmağa başlar. … Zaman herşeyi unutturarak her malûmattan yeni cehaletler doğurur. Hemen herkesçe malûm olan bir şey, hemen herkesçe meçhul bir şey olur. Nice adamların gözleri önünde geçen vak’alar; şahitleri kalmayınca bir roman mevzuu olur, “Deli miydi, değil miydi?” derler ve “Öldürüldü mü, intihar mı etti?” diye sorarlar. Bilen söyler, bilmeyen söyler. Kimin sesi kuvvetliyse onunki duyulur.”
Ve anlatıcı, hikayenin başında, ölüm ilanını yorumlarken vurguladığı gerçeğe geri döner: nihayetinde Fahim Bey “onu tanıyanların gönlünde kalan bir hatıradan” ibarettir. Ait olduğu dünyanın izleri onunla birlikte silinmiş, ikisinden de geriye anlatıcının zihnindeki soluk hayallerden başka bir şey kalmamıştır. “Fahim Bey ve Biz” böylece bir insanın yaşam hikayesinden, geçen zamana yakılmış bir ağıta dönüşür.
Tüm bunların dışında bir konuya daha değinmek gerekir ki, “Fahim Bey ve Biz”i Türk edebiyatının en seçkin eserlerinden biri haline getiren, Abdülhak Şinasi’yi erişilmesi zor bir mertebeye oturtan en önemli başarılarından biri de budur: dil. Halid Ziya “… hiçbir zaman, hiçbir safhasında Türkçe bu derece seyyal [akıcı], sade, her ihtiyacı ifadeye müsait olmamıştır” diye bahsettiği yazım dili, Abdülhak Şinasi’nin hikayeciliğine müthiş bir etki katar. Hatta bazen önüne geçer. Öyle ki ne anlattığını unutup, kelimelerinin hoşluğuna kapılarak sayfalarca okumak ve lezzetli bir yemek, güzel bir müzik, harika bir manzara karşısındaymışçasına hayattan memnuniyet duymak mümkündür.
Selim İleri ve Handan İnci’nin görüşlerine göre Abdülhak Şinasi, gerçeklikten hoşlanmayan, günün çirkinliklerinden uzaklaşmak için geçmişe kaçmış, geçmişe dönmüş bir yazar. Yazarken adeta bir rüya görmüş, bir rüyayı kaleme almış. (Ayaspaşa’da oturduğu apartmanın adı da Rüya Apartmanı imiş) Benim görüşüm de farklı değil. Abdülhak Şinasi’nin geçmişle derdi, en azından yıllar geçtikçe artan o sancı, apaçık hasrettir. Ve Yakup Kadri’nin fikrince de, bu hasretle başa çıkmak, zamanı geçtiği halde ayakta kalabilmek için edebiyata tutunmuştur.
Lakin bazı eleştirmenlere göre Abdülhak Şinasi, gördüklerinin rüya olduğunun adeta farkında değil, hatta daha da sert yergilere bakılırsa, gerçekleri umursamıyor. Geçmiş zamanı idealize ederek, üstelik yaldızlayarak sunuyor, orada yaşıyor. İşte buna katılmıyorum. Abdülhak Şinasi Hisar, gördüğü şeyin tamamen gerçek olmadığını, ya da gerçeklerin anlattıklarından ibaret olmadığını iyi biliyordu. Zaten bu yüzden bu kadar içine kapanmış olmalıdır. Ne var ki, gerçekliğin o yönlerini nakletmeyi anlamlı bulmuyordu muhtemelen. Belki herkes yeterince anlattığı için, o da güzellikleri anlatmayı, özlemi dillendirmeyi seçmişti. Yahut daha da olasıdır ki, onun edebiyat anlayışı, çirkin şeyleri anlatmaya müsade etmiyordu.
Geçip giden zamanın ruhunu böylesine güzel yakalayan bir yazar hakkında, daha bir çok şey anlatılabilir şüphesiz. Ama ne yazarsam yazayım bir şeyleri eksik bırakmış olacağımdan, en iyisi Abdülhak Şinasi’yi, bilhassa da “Fahim Bey ve Biz”i mutlaka okumanızı tavsiye ederek susmak. Bu hayli uzun yazıyı da, Abdülhak Şinasi Hisar’ın en sevdiği eseri olduğunu ifade ettiği “Boğaziçi Mehtapları”ndan bir alıntı ile bitireyim:
“Mazi hepimiz için Âdem’in kovulduğunu hatırladığı cennettir.”
Cenneti bize anlattığı için, Abdülhak Şinasi Hisar’a teşekkür etmekten başka ne yapabiliriz ki?
Keyifli okumalar…
Kaynaklar:
Abdülhak Şinasi Hisar, “Fahim Bey ve Biz”, Bağlam Yayınları, 1996
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Gençlik ve Edebiyat Hatıralarım”, Bilgi Yayınları, 1969
Halid Ziya Uşaklıgil, “Sanata Dair”, Özgür Yayınları, 2014