Orijinal adı “Pride and Prejudice” olan “Gurur ve Önyargı” ya da satışları arttırmak için ülkemizdeki basımlarında kullanılan adıyla “Aşk ve Gurur”, ünlü İngiliz yazar Jane Austen’in 1796-1797 yıllarında yazdığı, 1813 yılında basılan romanıdır.
Eser, Romantik Yazarlar Birliği’nin 700 üyesi tarafından bütün zamanların en romantik kitabı olarak seçilmiştir. İkinci sırada Charlotte Brontë‘un “Jane Eyre”i (1847), üçüncü sırada Margaret Mitchell‘in “Gone with the Wind”i (Rüzgar Gibi Geçti; 1936), dördüncü sırada Daphne du Maurier‘in “Rebecca”sı (1938) ve beşinci sırada Brontë kardeşlerden bir diğerinin, Emily Brontë‘un “Wuthering Heights”i (Uğultulu Tepeler; 1847) yer almaktadır.
Yalnız romantik olarak nitelemenin haksızlık olduğu eser, dönemin İngiltere’sinde kadının toplumdaki yerine, toplumsal sınıflara bir eleştiri niteliğindedir. Romana geçmeden önce yazarın hayatına yakından bakalım.
Austen, 16 Aralık 1775 yılında sekiz çocuklu bir ailede yedinci kardeş olarak dünyaya geldi, beş erkek kardeşi vardır. Babası George bir rahip, annesi ise Oxford’da eğitim almış bir ev hanımıydı. Babası, mal varlığını kaybeden saygın bir aileden geliyordu, küçük yaşta yetim kalmış ve bir akrabalarının yardımıyla Oxford’da eğitim görmüştü. Annesi Cassandra ile de burada tanışmışlardı. Cassandra’nın babası güçlü bir aileden geliyordu ve babası öldükten iki ay sonra evlenebildiler. 1768 yılında da uzun süre yaşayacakları Steventon’a yerleştiler.
Orta gelirli bir aile oldukları için nüfuzlu akrabalarının himayelerinden de faydalandılar, bu nedenle evleri sık sık akraba ziyaretlerine ev sahipliği yaptı. Böylelikle çocuklar farklı fikirlerin konuşulduğu, açık bir entelektüel ortamda büyüdüler. Babaları da kendi kütüphanesini çocuklarına açmıştı. Annesinin Londra’daki akrabaları ve bu akrabalara ziyaretleri sayesinde oradaki şaşalı hayattan da haberdar oluyorlardı.
Baba George, din adamlığının yanında çiftçilik yaparak, kimi zaman da erkek öğrencilere ders vererek evini ayakta tutuyordu. Jane, ablası ve en yakın arkadaşı Cassandra ile birlikte 1783’te Oxford’a gönderilerek Bayan Ann Cawley’in yanında eğitim almaya başladılar. Ama sonbaharda iki kız da tifüse yakalanınca, hatta Jane ölüm döşeğine düşünce eve döndüler. 1785 yıllından itibaren Abbey School House’da yatılı olarak kalsalar da iki yıl sonra ailenin ekonomik durumu nedeniyle eve geri döndüler. Eğitimlerini babaları ve abilerinin yardımıyla sürdürdüler.
Aile tiyatroya özel bir ilgi gösteriyordu. Ahırları, aynı zamanda aile arasındaki gösterileri sahneledikleri bir mekandı. Genellikle komediler sergiliyorlardı, yazarın hicive yönelik tarzının temelinin böylece atıldığı tahmin edilmektedir. Önceleri seyirci olarak katılan Jane, 11 yaşından itibaren muhtemelen ailesini eğlendirmek için yazmaya başlamış, gençlik yıllarında üç kısa tiyatro oyunu yazmıştır. Kızlarının yazma isteklerine babaları da karşı çıkmamış ve onlara pahalı kağıtlar ve kalemleri kullanmaları için izin vermiştir. Cassandra da resme ilgiliydi, Jane’in çok az sayıda resmi vardır ve çok yaygın olarak kullanılan portresi Cassandra’nın sulu boya ile çizdiği bir taslağa dayanır. Dönemi itibari ile, romanın ve kadın yazarların hoş karşılanmadığını dikkate alırsak baba George’un toplumsal kuralları çok da ciddiye almadığını söyleyebiliriz. Bu yönüyle, yazarın hayatından otobiyografik noktalar taşıdığı söylenen “Gurur ve Önyargı”daki Mr. Bennet karakterinin babasını yansıttığını söylemek mümkün olacaktır.
1787-1793 yılları arasında yazdığı 29 eser, üç adet defterde bulunmuş ve “Juvenilia” olarak adlandırılmıştır. Bu eserler genellikle kadın gücünün anarşik fantezileri, yasadışı davranışın ve yüksek ahlak anlayışını içerir hiciv yüklü eserlerdi.
Yazar, dönemin ilk feminist yazarları arasında kabul edilir, ancak bu tartışmalı bir görüştür. Yazar satır aralarında kadın erkek eşitliğini sorgulasa da eserlerinin mutlu ‘evliliklerle’ bitmesi bazı kesimlerce yazarın feminizmle bir ilgisi olmadığına, yalnız gerçekleştiremediği evlilikleri anlattığına yorulmuştur. Bu yorumu eril edebiyatı ve romanın tarihsel sürecini inceleyerek değerlendirelim.
1700’lü yıllarda edebiyat, genellikle ilahiler, vaazlar, oyunlar, şiirler ve kısa hikayeler şeklinde varlığını sürdürüyordu. Roman ve süreli yayım yazarlığı bu yüzyılın ortalarına dayanır. İngiliz edebiyatında ilk roman örneği olan Daniel Defoe‘nun ünlü eseri “Robinson Cruose”nun 1719 yılında yayınlanmış olduğunu göz önüne aldığımızda, yazarın eser verdiği dönemde henüz roman türüne olan ön yargıların sürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Romantizm akımının başlangıcı da yine bu yıllara dayanır. Samuel Taylor Coleridge’in yazdığı “The Lyrical Ballads” da (Lirik Baladlar; 1798) romantik edebiyatın başlangıç noktası kabul edilir. Austin’in romantik edebiyatın bir temsilcisi olduğunu söylemek mümkün olduğu gibi diyaloglarında ve tasvirlerinde güçlü gözlem yeteceğinin etkisi ile aynı zamanda toplumsal hayata dair mizahi eleştirilerini de gözeterek realizme yaklaştığı ve eserlerinde döneme hakim olan romantizm akımını da hicvettiği sonucuna varılabilir. Tam olarak dönemini reddetmemesine rağmen popüler olanı kendi tarzıyla yorumlamıştır. Bu ise mevcut şartlar dikkate alındığında oldukça önemli bir karşı koyuştur. Özellikle şiir ve oyunlarda kullanılan ağdalı dile rağmen Austen sade ve akıcı bir dil kullanmış, kelime oyunlarına sıkça başvurmuştur. Karakterin duygularını da metne gerektiği kadar ekleyerek yine de yazının hakimiyetini elinde tutabilen, dolaylı anlatıları geniş anlamda eserlerinde kullanan ilk İngiliz yazar kabul edilir. Cümlelerinin yapısını karakterin ruh haline göre biçimleyebilmesi dahi başlı başına bir başarıdır. Örneğin Darcy’yi reddeden Elizabeth’in cümleleri, kendi içinde kısa kısa söylenmiş ve gittikçe yükselen bir tonda, kıvrımlı olarak devam ederek, yaralanmış olduğunu ifade etmektedir.
“Daha en başta, hatta sizi gördüğüm neredeyse ilk anda tavırlarınız beni küstah, burnu büyük ve başkalarının duygularına bencilce dudak büken biri olduğunuza inandırdı, size kızgınlığım öyle doğdu ve sonraki olaylarla ağır bir hoşnutsuzluğa dönüştü; sizi tanıyalı bir ay olmamıştı ki dünyadaki son erkek olsanız yine de hiçbir kuvvetin beni sizinle evlenmeye ikna edemeyeceğini hissettim.”
Austen, mizahı eserlerinde kullanan ilk kadın yazardı. Bunu da Elizabeth gibi sıkıştığı sosyal çevrede, aptalca bulduğu insan ve gelenekleri aşmak için kullanırken, bir yandan da etik ilkeleri bu mizahın karşısına koyup onlara dikkat çekti.
Kadının toplumdaki yerinin özellikle 19. yüzyıla kadar evin içinde, yalnız ev işleriyle ilgilenecek şekilde konumlandırılması, özellikle duygusal yanları ile ön plana çıkarılmaları, eksik ve zayıf olarak tanımlanmaları, kadının dış dünyadan ayrı ve uzak oluşu, evin içindeki meselelerin önemsiz, erkeklerin ilgi alanlarına girenlerin önemli meseleler olduğuna dair dayatmalar gibi nedenlerle, kadınlara edebiyat sahnesinde güçlü bir rol biçmek mümkün olmadığı gibi yazabilecekleri bir alan dahi bırakılmamıştır. Kadınlar arasında yalnız günce ve mektup popüler olduğundan, yazma eyleminin gizli ve özel bir zevk olarak kabul edildiğini anlıyoruz. Kadın edebiyatı olarak da adlandırılan ve 1800’lü yıllarda başlayan dönem ile birlikte kadın yazarlar göz önüne çıkmaya başlamıştır. Klasik dönem metinlerinde kadın, “eksik ve zayıf”, çoğu zaman “kötülüklerin kaynağı” olarak kendine yer bulduğundan, kadının kendisini tanımlayabileceği ve sorunlarını, farkındalıklarını anlatabileceği bir altyapı bulması mümkün olmamıştır. Klasik anlayışta, sınırlı yaşam alanı da gözetilerek kadının edebiyat yapmasını yararsız ve gereksiz bulan, hatta güç dengesinin kendisi aleyhine değişebileceğinden korkan eril zihniyete karşın; kadın edebiyatı, yalnız kadına hitap etmek yerine evrensel olana hitap etmek arzusu ile, erkek egemen kültürün etkisi altındaki eril dil (eril dilde kadının eşyadan farkı yoktur), söylem, konu, bakış açısı ve düşünsel yaklaşım biçimlerinden ayrılmaya çalışmıştır. Ortaya çıkan ilk eserlerin ise, erkek mahlasları ile yayınlanmasının da erkek egemen kültürün doğurduğu bir korku olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü yazarlarının kadın olduğunu öğrenen pek çok erkek okur, okumayı bırakmıştır. Kadınların edebiyatla uğraşmaları aynı zamanda ayıplandığı için itibarını da korumak amacıyla Austen de eserlerini “A Lady” (Bir Bayan) olarak imzalamıştır, yine de cesur olduğunu düşünebiliriz, çünkü çağdaşı Brontë kardeşler, “Currer, Ellis ve Acton Bell” olarak erkek isimleri ile ilk eserlerini yayınlamışlardır.
Kadın yazarlara karşı ön yargılara örnek vermek gerekirse yazar Mark Twain “Jane Austen’ın yazdığı kitapların olmadığı herhangi bir kütüphane, içinde başka hiçbir kitap olmasa bile iyi bir kütüphanedir,” demiş Borges de buna şaka yolu ile cevap vermiştir: “Ah Elizabeth, lütfen Twain’in sözünü ciddiye almayın. Hatırlatırım; Faulkner da onun için “Avrupa’da dördüncü sınıf yazar kategorisine giremeyecek kadar vasat,” demişti.”
Bu ortamda 1840-1880’e kadar kadın yazarlar ancak erkek yazarları taklit edebilmiştir. Austen de dönemin şartları gereği bilinçli olarak kadınsal ve duygusal bir anlatımdan uzak durmuş, erkeksi bir üslup benimsemiştir. 1929 yılında Virginia Wolf’un “A Room of One’s Own” (Kendine Ait Bir Oda; 1929) adlı eserine dek, kadının kendine ait bir dili olması gerektiğinin hiç tartışılmadığını hatırlatalım. Woolf’un Austen hakkında, “Tüm büyük yazarlar içinde büyüklüğü en zor yakalanacak yazar” dediğini de not olarak düşelim.
1920 yılına kadar taklitten vazgeçilerek kadına dönük ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına çalışılır. Ancak 1920 sonrasında kadına dönük tepkisel yaklaşımdan vazgeçildiğini görüyoruz. Artık kadın yazarlar da kendilerine ait bir dil ve söylem oluşturmaya başlarlar. Ama bir sonraki ayın konusu olan feminist edebiyatın sınırlarına taşmadan burada bırakayım ve Austen’e karşı eleştirileri okuyucunun takdirine bırakarak yazarın hayatına geri dönelim.
Austen, 1793’ten başlayarak daha uzun ve sofistike eserler yazmaya başlamıştır. Özellikle 1973-1975 yılları arasında yazdığı “Lady Susan”, diğer eserlerinden farklı karakterlerin yer aldığı ilk iddialı ve karmaşık erken eseri olarak nitelenir.
Austen 20 yaşındayken (1975), “Becoming Jane” (editör notu: filmin ülkemizde “Aşkın Kitabı” ismi ile gösterime girmesi de isimleri tercüme ederken ne kadar anlamsız davranışlarda bulunduğumuza başka bir kanıt olarak gösterilebilir.) isimli filme de konu olmuş Tom Lefroy‘la tanışır. Birbirlerine ilgi duyduklarını, bir ay boyunca dans ve toplantılarda birlikte olduklarını Jane’in ablası Cassandra’ya yazdığı mektuplardan öğreniyoruz. Daha sonra İrlanda Baş Yargıç Yardımcısı olan Lefroy da yaşlılığında, Austen’e çocukça bir sevgi duyduğunu itiraf etmiştir. Öldüğünde mezarını ziyaret etmiş, ilk kızına da Jane ismini koymuştur (kayınvalidesinin ismi de Jane’di, neden koymuş bilemiyoruz). İlk karşılaştıklarında Lefroy henüz parasızdı, hukuk eğitimini sürdürmek için İrlanda’daki büyük amcasına bağımlıydı ve aile bu evliliğe karşıydı. Toprak, ailenin büyük oğluna miras olarak kaldığından diğer oğullar meslek sahibi olmak zorundaydı (askerlik, kilise, hukuk gibi alanlar özellikle tercih edilirdi). Austen’in bu sebeple, onun iyiliği için, Lefroy’dan vazgeçtiği anlatılır. Ama Jane muhtemelen yeniden aşık olamamıştır.
Jane, evlenmemiş olmasına rağmen sosyal bir kadındı. Balolara ve ev ziyaretlerine sıklıkla katılırdı. Henüz ampul icat edilmediğinden balolar, yemekler genelde yazın verilirdi. Şehir dışındaki davetler ise, caddeler mumla aydınlatılamadığından dolunay zamanı yapılırdı. Küçük dükkanlardan şapka veya dikiş malzemesi alışverişi yapmak da bir sosyalleşme aracıydı. Ev için gerekli erzağı kadınlar almazdı. Taşradaki kadınların sosyal hayatı bundan ve tabii ki dedikodudan ibaretken erkekler avlanır, yarışlara gider, kitap okur, bilardo ve kumar oynardı.
Yazar “Lady Susan”dan sonra ilk tam uzun romanı “Elinor ve Marianne”ye başladı. Genellikle yaptığı gibi bu eseri de aile arasında akşamları okundu, bir kısmı kardeşi ile mektuplaşmalarında olgunlaştı. 1811 yılında “Sense and Sensibility” (Akıl ve Tutku) olarak yayınlandı.
1796 yılında ikinci romanı “First İmpressions”a başladı. Buradaki Mr. Darcy’nin Tom Lefroy olduğu söylenir. İlk taslak 1797’de yazar 21 yaşındayken tamamlandı. Bu aile arasında en beğenilen eserdi ve daha sonra “Pride and Prejudice” (Gurur ve Önyargı) olarak yayınlandı. Babası George bu dönemde, Jane’den habersiz “İlk İzlenimler”i bir yayınevine göndererek yayımlanmasını teklif etti, ama mektubu iade edildi. Bu çalışmasını tamamladıktan sonra yazar 1798 yılının ortalarına kadar “Elinor ve Marianne”yi ciddi bir şekilde revize etti. 1798 ortalarında dönemin popüler gotik roman üzerine bir hiciv niteliğindeki “Susan”ı elden geçirdi. “Northenger Abbey” de (Northenger Manastırı) bu yıl tamamladı.
Kardeşi Henry‘nin “Lady Susan”ı 1803 yılında bir yayınevine göndermesi üzerine yayın hakları için 10 sterlin ödendi. Austen 1816 yılında yayın haklarını öfke ile geri alana kadar reklam çalışması yapılsa da söz verildiği halde yayınlanmadı.
Aralık 1800 yılında baba George emekli olup Bath‘e taşınılacağını söyleyince Austen bildiği tek evden ayrılacak olması nedeni ile bunalıma girmiştir. Yalnız “Lady Susan”ı revize etmiş, başladığı “The Watsons” isimli kitabını yarım bırakmıştır. Bir kaç ay sonra da babasını kaybetmiştir. Cassandra 1801-1804 yılları arasındaki tüm mektuplarını bilinmeyen bir sebeple imha ettiği için Jane ile ilgili bu döneme dair çok fazla bir bilgi bulunmamaktadır.
Yalnız 1802 yılında Jane, bilinen tek resmî evlilik teklifini kabul etti. Eski arkadaşlarının kardeşi olan Harris Bigg-Wither, Oxford mezunu idi. Büyük mülklerin, geniş toprakların sahibiydi. Evlenmeleri pek çok pratik fayda sağlayacaktı; ancak Harris kaba, duyarsız bir adamdı. Hiç bir cazibesi yoktu. Ertesi sabah Jane hata yaptığını söyleyerek teklifi reddedecekti. Daha sonra yeğenine yazdığı bir mektupta “sevgiden yoksun evlenmek yerine, başka her şey tercih edilir ve her şeye katlanılır,” diyecektir. Tüm romanlarında da kadınlara aşk olmadan evlenmemelerini salık vermiştir.
Babaları ölünce Jane, Cassandra ve annelerinin ekonomik durumu sıkıntıya girdi. Erkek kardeşler onları destekleyecekleri sözünü verdiler. Bir süre kiralık evlerde kaldılar ve sonra kardeş Frank ve karısının yanına taşındılar. Zamanlarının çoğunu aile ziyaretleri ile geçirdiler. 1809 yılının başında kardeş Edward, kendi mülklerinden olan Chawton House‘un yakınlarındaki köyde bir ev önerdi (varlık içinde yokluk!), 1809 yılında taşındılar. Bu ev halen müze olarak kullanılmaktadır. Köyde sosyal hayat yoktu, aile de köylülerle içli dışlı olamadığı için oldukça sıkıldılar. Bu dönemde Jane daha çok eserleri ile ilgilendi. Kardeşi Henry sayesinde “Sense and Sensibility” 1811 yılında, 1813’de “Pride and Prejudice” yayınlandı. Oldukça başarılı da oldu, aynı yıl ikinci bir basımı yapıldı. 1814 yılında “Mansfield Park” basıldığında 6 ay içinde tüm baskıları tükendi. Yazarın sağlığında en çok okunan romanı oldu ve hayli kazanç sağlayarak Austen’i rahatlattı.
Bu dönemde saraydan, Prens Regent‘in kendisinin okuyucusu olduğu haberini aldı. Saray kütüphanecisi kendisini ziyaret etti; ancak yeni kitabını Prens’e ithaf etme fikrinden ve edebi tavsiyelerinden hoşlanmadı. Mükemmel edebi esere dair tavsiyelere karşı “Plan of A Novel” isimli hiciv eserini yazmaya başladı, tavsiyelere dayalı bir eserdi. Muhtemelen kütüphaneciden intikam almak istiyordu.
1815 yılında “Emma” yayınlandı ve yazar daha büyük bir yayımcıyla anlaştı. “Mansfield Park”ın bu baskısı başarısız olunca bunlar Austen hayattayken yayınlanan son eserleri olmuştur. Kardeşi Henry iflas etti, erkek kardeşlerin kız kardeşleri ve annelerini ekonomik olarak destekleme imkanları da kalmadı.
1816 yılının başlarından itibaren Jane’in sağlık durumu bozulmaya başlamış ama önemsememiştir. Hastalığına rağmen çalışmalarına devam etmiştir. Ancak 18 Mart 1817 yılına kadar çalışabilmiş, sonrasında yatağa mahkum olmuştur. Tedavi için kardeşleri Winchester‘e getirseler de 18 Temmuz 1817’de muhtemelen Addison hastalığı sonucu 42 yaşındayken hayatını kaybeder. Kardeşi Henry’nin aracılığı ile Austen, Winchester Katedrali‘nin koridorunun kuzey koridoruna gömülür. Kardeşi James, mezar taşına Austen’in kişisel özelliklerini ve zihnindeki olağanüstü zenginlikleri övmüş ama yazar olarak anmamıştır.
Austen’in ölümünden sonra Cassandra, Henry ve Murray kardeşler “Persuasion” (İkna) ve “Northenger Abbey”i (Northenger Manastırı) bir set olarak düzenlemeye karar verdiler. Henry, önsözde kardeşi Jane’i roman yazarı olarak ilk kez tanımladı; artık “A Lady” değil, Jane Austen’dı. Bir yıl içinde yalnız 321 kopya satıldı. 1832 yılında Richard Bentley tüm eserlerin telif haklarını aldığından beri Austen’in romanları sürekli basıldı.
Austen hayattayken çok küçük bir ün edinebilmiştir. Öldükten sonra, 1869’da yayınlanan yeğeni James Edward Austen-Leigh tarafından aile arasında toplanan ve kayıt altına alınan anı, mektup ve güncelerden yararlanılarak yazılan biyografisi “A Memoir of Jane Austin” (Jane Austin’in Anıları; 1869) ile, yazar daha geniş kitleler tarafından tanınmıştır. Biyografi, ailenin ortak bir kararı üzerine yazılmaya başlanmıştır. Yazarın ömrü boyunca yazdığı 3000’e yakın mektuptan yalnız 160 tanesine ulaşılabilmiştir. Kardeşi Cassandra, ölümünden önce mektupların bir çoğunu yakmış ya da kesmiştir. Bunun sebebi olarak, ailenin anlattığı ‘iyi, sessiz Jane teyze’ karakterinin aksine yazarın zaman zaman mutsuzluğa saplanan, hırçın ve huysuz bir kadın olmasıydı. Aile arasında, Jane’in romantik ilişkilerinin ne kadarının anlatılacağı konusunda bir anlaşma sağlanamadığı için ilk baskıda hiç bir ilişkisi olmadığı anlatılırken, ikinci baskıda iki önemli ilişkiden “duygularının mutluluğunu etkileyecek cinsten olup olmadığını söyleyemem” notu ile bahsedilmiştir. Dönemin zorunluluklarına rağmen evlenmemeyi tercih etmesi ve anlattığı mutlu sonlara kavuşamamak Austin’de biraz sinir yapmış olabilir.
Yazar, İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak anılmaktadır. Shakespeare dahil olmak üzere, gelmiş geçmiş tüm yazarlar arasında en genç yaşta 3 adet başyapıtı bulunan tek yazardır (20 yaşında sağduyu ve duyarlılık, 22 yaşında gurur ve önyargı, 23 yaşında Northenger Manastırı). Venüs’teki bir kratere de yazarın ismi verilmiştir.
Jane’nin ölümünden 150 yıldan fazla bir süre sonra sadece on iki bölümünü yazabildiği “Sanditon” romanını Austen’ın tüm romanlarını okuyup üslubunu araştıran bir kadın yazar tarafından bitirilmiş ve 1975 yılında basılmıştır. Yazar da kendi ismini kullanmayıp kitabı “Another Lady” (Başka Bir Hanım) olarak yayınlatmıştır. Bunun dışında Austen’in ismini de zikrederek kendi isimleriyle ve sonlarıyla, daha yakın tarihlerde yayımlayan yazarlar da olmuştur. Yine Gurur ve önyargı alternatif evrenlere de konuk olmuş, zombilerle bile muhatap olmuştur. Umarım Austen’ın kemikleri sızlamamıştır.
Yazarın dilinin en belirgin özelliği, aşkı temele alarak sade ve akıcı dili ile ironik bir biçimde anlattığı dönemin toplumsal hayatıdır. 19. yüzyılda kadınların eş ve çocuk olarak mirastan mahrum olmalarını, evlenmeden toplumda yer edinememelerini, eş seçerken ailelerinin ve zorunlulukların sebep olduğu hataları, zenginlere yaltaklanan cahil din adamlarını, savaşmak yerine balolarda vakit geçiren askerleri, toplumsal sınıf ayrımını ve bunun kati sınırlarını ele almıştır.
Dönemin sosyal ve siyasi ortamına da bir göz atarsak, 1795 yılında başlayan Fransız devrimi, insan haklarına dair yayınlanan bildiriler, Parlamento’nun adımlarının atılması, 18. yüzyılın ilk yarısından itibaren başlayan sanayi devrimi, orta sınıfın güçlenmesi, son Katolik kralın tahttan indirilmesi, 17. yüzyıldan bu yana devam eden zevce satışı (zenginler dışındaki kişilerin boşanması mümkün olmadığından, kadınlar da kocalarının mülkü sayıldığından, kocalar eşlerini para karşılığında başkalarına satarlardı. Hukuki bir altyapısı olmasa da yerel yönetimler bu durumu teşvik ediyorlardı. 1900’lü yılların başına kadar sürmüştür), 1783’teki ABD’nin bağımsızlığını ilan etmesi ile İngiltere’nin en büyük sömürgesini kaybetmesi, 1800’lü yılların başındaki Napolyon savaşları, 1807 yılından itibaren başlayan Britanya’da köleliğin kaldırılması yolundaki çalışmalar gibi belli başlı konularla karşılaşırız.
Bu kez, kısacık bir özet verip okuma zevkini size bırakıyorum.
“Dünyaca kabul edilmiş bir gerçektir, hali vakti yerinde olan her bekar erkeğin mutlaka bir eşe ihtiyacı vardır.” Cümlesi ile yapar açılışı Austen. Evlilik dışı ilişkilerin kabul görmediği böyle bir ortamda kadın bakış açısı ile anne Bennet’in sözleri oldukça makuldür. Genellikle dırdır yapsa da Bayan Bennet’in genel toplumsal normları dillendirdiği aşikar. Sonrasında da gelecek zengin bekar komşuyu kızlarından biriyle evlendirmeye kararlı olduğunu anlarız. Her kadının da insanca şartlarda yaşayabilmesi için evlenmeye ihtiyacı vardır. Bennet’lerin erkek çocuğu yoktur ve miras en yakın erkek akrabaya kalacaktır; kızlar aile konutları üzerinde dahi söz hakkına sahip değiller. Annenin tek yönlü hayat anlayışında, Bay Bennet’ın karısına karşı takındığı tavırda erkek evlat sahibi olamamanın getirdiği ‘eziklik’ etkili midir diye düşünmüşümdür hep.
Bay Bennet, karısının bu konudaki tutumundan hoşlanmasa da gerçekler acıdır ve kızlarından en az birinin iyi bir evlilik yapabilmesini arzulamaktadır. Anneleri, yaradılış olarak kendisine benzeyen, boş kafalı ama aklı fikri iyi bir evlilik yapmak olan güzelce Lydia ya da en güzel kızı Jane’in beğenileceğini düşünürken, babaları aklı başında olduğu için çok sevdiği Elizabeth’in iyi bir hayatı olmasını arzulamaktadır. Aileler çocukları arasında ayrım yapmadıklarını söyleseler de, ortak ideallere ve fikirlere sahip evlatlarını daha çok seviyorlar gibi. Evliliğe bakış açısını da ebeveynlerin ilişkisi belirliyor. Çocukların karakterleri ve geleceğe dair planları da eşlerin birbiriyle uyumu ile şekil kazanıyor. Lizzy (Elizabeth) anne ve babası arasındaki uyumsuzluğun kendilerine verdiği zararı fark edebiliyor. Özellikle küçük kız kardeşlerinin tercihlerinde…
Komşu Bingley’in babası ticaretle zenginleşmiş, arkadaşı Darcy’nin ise asaleti ve unvanları vardır. Bu nedenle ilk baloda gözler önce Darcy’ye döner. Ama o sınıf farkını çok önemsemekte ve bulunduğu yerdeki taşralıları kibirle izlemektedir. Mükemmel kadının asiller arasında bulunabileceğini, kendisinin de yalnız mükemmel bir kadına aşık olabileceğini düşünmektedir. Bingley’i dahi yeterince ‘kibar’ bulmasa da çok iyi bir adam olması nedeni ile sevmektedir. Kibri kısa zamanda fark edilince Bingley yeniden en gözde bekar oluverir. Ama Darcy’nin gururu Lizzy dışındakiler tarafından hoşgörülür. Ne de olsa, zengin, soylu ve eğitimli bir genç adamdır. Lizzy de öyle der; “Gururunu hoş görebilirdim, benimkini yaralamamış olsaydı.” Yalnız gurur değil, diğer kötü özellikler de zenginlik, yakışıklılık, iyi bir soy isim gibi bazı üstünlüklere sahip insanlardakinin aksine sıradan insanlarda daha mı itici durmaktadır? Peki bu kötü özellikler bize zarar verene kadar kabul mü görmelidir? Zaman ne değiştirmiştir?
Beklenen olur ve komşu Bay Bingley, Jane’e ilk görüşte aşık olur. Yalnızca salon dansları sırasında yan yana gelebilirler. Ama güzelliği ve hanımefendiliği nedeniyle Jane şehirli akrabalar tarafından da beğenilir. En azından şehirde oturan zengin bir teyzeleri, ticaretle uğraşan bir dayıları vardır, çok da avam sayılmazlar. Bingley’in kız kardeşi Jane’i yakından tanımak için evlerine davet ettiğinde, annesi bir cinlik yapar ve yağmur yağacağını tahmin ettiği için kızını arabasız olarak at üstünde yollar. Tabii Jane yağmura yakalanır ve hastalanır. İdealler uğruna evlat, insan feda edilebilir mi? Aşk bir savaş mıdır ve her şey mübah mıdır, sorularını sorarız hemen. Aşk, yalnız yanyana olmakla kazanılabilecek bir duygu mudur? Ev sahipleri Jane’i iyileşene kadar yollamak istemez.
Elizabeth, çok sevgili ablasını yalnız bırakmak istemez. En yakın arkadaşıdır aynı zamanda (yazarın ablası da onun en yakın arkadaşıdır). Araba uygun olmadığından, Lizzy de ata binmekten hoşlanmadığından yürüyerek üç mil uzaktaki Köşk’e gider. Çamura bulanmış haliyle ailenin karşısına çıkar. Görünüş neden bu kadar önemlidir? Kirlenmesi, kardeşine olan bağlılığı ile açıklanabilecekken taşralı olmasına bağlanıverir hemcinsleri tarafından. Kadınlar birbirini yaralamakta daha mı istekli? Kadınlar hemcinslerini kötülemekle erkeklerin gözünde değer kazanması mümkün müdür? Daha sonra Liz de aynı şeyi yapacaktır!
Lizzy temizlenip salona gelir. Kadın ve erkek ilişkileri üzerine gözlemler yapmaktadır; Bingley’in ablası ve eşi, yine Bingley’in kız kardeşinin Darcy’ye karşı tavırlarını izler. Darcy’nin de Lizzy’ye ilgisi artar. Önceki baloda onun bakışlarındaki güzelliği fark etmiştir. Hatta bunu dürüstçe Bingley’in kardeşi Carolin’e söylediğinde, Bayan Bennet’in kaynanası olacağı yorumuna karşı şu yanıtı vermiştir: “Kadınların hayal gücü çok hızlı; bir anda beğeniden aşka, aşktan evliliğe sıçrıyor.” Doğru söze ne denir? Ama kendi hisleri de bu kadar hızlı olmasa da yavaşça değişecektir.
Baba Bennet ölünce mülklerinin miras olarak kalacağı parasız bir papaz olan Bay Collins çıkagelmiştir bu arada. Kızlara yardım etmek istediğini söyleyerek biriyle evlenmek istediğini açıklar. Tabii ilk olarak Jane’i sorar. Ama Bingley henüz ortadadır; onun talibi var derler. Bu kez Lizzy’yi sorar. Annesinin tüm ısrarına rağmen o kabul etmez. Aşksız bir evlilik istememektedir. Babası da kızının bu boş kafalı adamla evlenmesini istemez. Ancak komşuları ve Elizabeth’in en yakın arkadaşı olan Charlotte evliliği kabul edip herkesi şaşırtır. Daha iyisi için bir şansı olmayacağını düşünmektedir, evlenmek zorundadır. Mantık neleri katlanır kılar, ne zamana kadar? Koşulları başından bilmek insanın dayanıklılığını arttırır mı?
Jane ve Bingley açıkça duygularını ifade etmedikleri halde, özellikle Jane, anlaşıldığını düşünmektedir. İnsanlar çoğu kez kendi bildikleri şeyleri karşısındakinin de bildiği zannıyla hareket eder. Oysa bu her zaman doğru değildir. Bingley de Jane’in duygularına karşılık vermediğini düşünerek uzaklaşır. Bingley Jane’e şiir de yazmamıştır esasen. Lizzy, şiirin zayıf bir aşkı yıkacağını düşünmektedir. Öyle midir? Bingley, Londra’ya gidip Köşk’e dönmeyince Jane bunalıma girer. Haliyle Lizzy de özellikle Bingley’i etkilediğini düşündüğü Darcy’den nefret eder. Sevdiklerimizin acılarını bizzat hisseder ve biz de aynen öfkeleniriz. Yakınlarımızın fikirlerine gereğinden fazla mı önem veriyoruz?
Yakındaki ilçeye askeri bir birlik gelmiştir (Yazıldığı sıralarda Fransızlarla savaş halindeydi İngiltere. Rütbeli askerler buna rağmen balolarda gezip tozmaktadır). Bu askerlerden biri olan Wickham, dikkat çekici, konuşkan, hoş bir delikanlıdır. Darcy’nin aksine alçakgönüllü ve sıcaktır, bu nedenle ondan üstün tutulur. Belki de Darcy haklıdır: “Hiçbir şey alçakgönüllü bir görünümden daha yanıltıcı değildir. Sık sık sadece düşünce dikkatsizliği, bazen de dolaylı bir övünmedir.” Wickham, Bennet kızlarıyla, özellikle Lizzy ile ilgilenir. Darcy’yi tanıdığını öğrenince de onun kendisine yaptığı sözde haksızlıkları anlatır. Kötü hisler beslediğimiz kişiler aleyhinde söylenen sözlerin gerçekliğini, sorgulamadan kabul etmeye eğilimliyizdir.
Lizzy arkadaşı Charlotte’u ziyarete gider. Evlilik fikrini sorguladığı gibi kuzeni Collins’in mülklerinin sahibi ve koruyucusu, soylu ve zengin olup yeğeni Darcy’den çok daha kibirli olan Lady Cathrine’le de tanışır. Asaletin anlamsızlığı, şatafatın gereksizliği, ilişkilerin samimiyetsizliği, din adamlarının ahlaksızlığını da tekrar tekrar düşünür.
Bu ziyaret sırasında hiç beklemediği bir şey olur ve Darcy kendisine evlenme teklif eder. Etmemesi gerektiğine dair kendince mantıklı olan sebepleri de sıralar. Lizzy ona çok kızgındır. Jane ve Wickham’ın durumundan onu sorumlu tutup reddeder. Darcy tüm gerçekleri açıklayan bir mektup bırakır. Jane’in aşık olduğunu anlayamadığı için Bingley’in acı çektiğini ve onu bu nedenle uzaklaştırdığını kabul etmiştir. Wickham’ın gerçek yüzünü anlatmıştır. Lizzy’nin Darcy’ye karşı olan ön yargısı azalır.
Döndükten sonra teyzesi ve eniştesiyle birlikte bir seyahate çıkarlar. Lizzy’nin de görmesini istedikleri için daha önceden gittikleri ve hayran oldukları Pemberley Korusu‘na uğramayı da düşünmüştür teyzesi. Lizzy, malikanenin sahibi olan Darcy ile karşılaşmaktan çekinse de oteldeki hizmetçinin ağzını arayıp Darcy’nin evde olmadığını öğrenir ve gitmeyi kabul eder. Çok beğendiği ormanı ve malikaneyi gezerken istihbaratı yanlış çıkar ve Darcy ile karşılaşırlar. Darcy bu kez çok daha sıcak davranır. Gözüne sevimli gelen sevdiği kadının yanında olmaları mıdır, yoksa akrabalarını nezih mi bulmuştur bilemez. Ama Lizzy’nin ve bizim Darcy’ye karşı ön yargılarımız yıkılmıştır. Darcy’nin kibri de kayıp mı olmuştur ne! Lizzy farklı hissettiğini düşünürken acil bir posta gelir. İlçeden ayrılan askeri birliğin yeni Konak yerine davet edilen Lydia, Wickham’la kaçmıştır.
Aile perişan olur. Bir süre sonra gençler evlenmeye ikna edilir. Ancak garip bir şekilde Wickham para peşinde olduğu halde cüzi bir çeyize razı gelir. Lizzy sonrasında, Darcy’nin onu düşünerek bu evliliği ayarladığını ve para verdiğini öğrenir. Darcy, Bennet ailesinin namusunu kurtarmıştır. İçinde dürüst, adil ve merhametli bir insan yatmaktadır. Nihayet mutlu sona ulaşırız. Darcy, teyzesi Lady Cathrine’in kızıyla evleneceğine dair hayallerine rağmen Elizabeth ile evlenir. Bingley de Jane ile. Bu duruma en çok anne Bennet sevinir. Üç kızı da evlenmiştir. Evde kala kala, Lydia’nın sözünden çıkmayan yarım akıllı, yönlendirilebilir Kitty ile, kitaplardan ibaret mantık abidesi Mary kalır. Aile hatalarından ders alıp bekar kızlarına daha farklı davranacak mıdır? Bay Bennet’de o ışığı görüyorum.
Üzerinden bunca yıl geçmişken, hala okunabilmesini, tüm eserlerinin tekrar tekrar uyarlanmasını Austen’in başarısına bağlamaktan başka çıkar yol göremiyorum. Jane, pek çok çarpıcı romana rağmen, sade dili ile anlattığı sıradan olaylarla içimize işleyebilmiş; zekasıyla, ince mizahıyla hemen yanı başımızda sürüp giden ve bir yanı hiç değişmeyen hayata dair kendi kısacık yaşamına sığdırabildiklerini, bildiklerini paylaşmıştır. Okuma zevki çok yüksek bir kitaptır. İtiraf edeyim, ilk okuyuşumdan bu yana da en sevdiğim kitaptır; benim için ayrı bir yeri vardır.
Umarım yazdıklarımla kitabın hakkını verebilmişimdir. Saygılarımı sunmanın bir yolu oldu bu yazı benim için. Keşke daha çok yazabilseydim. Neyse uzatmayayım; artık okuyucu olma sırası sizde.
Keyifli okumalar!
Alıntılar: Gurur ve Önyargı, İş Bankası Kültür yayınları, 2006 basımı kullanılmıştır.
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Bakır Şengül tarafından hazırlanan, Kadın Edebiyatı: Bir Varoluş Mücadelesi isimli makale ile Wikipedia sitesinden de yararlanılmıştır.