Kim inkar edebilir ki tertemiz, genç dimağlara değen ilk okumaların, ruhta bıraktığı izlerin derinliğini? Yıllar sonra satır aralarını, asıl söylenmek istenenleri kolayca anlayabildiğimiz gibi, erken yaşların masum beğenileri de içten gelen bir bilgelikle işlemiştir bunları ruhumuza. Sonra sonra fark ederiz.
Herkesin en sevdiği, en çok benimsediği kitapların, en ön yargısız olduğumuz vakitlerde belirlendiğine inanıyorum. Okumalar artıp tecrübe çoğaldıkça, daha derin sorgulamalarla tüketiyoruz. Ve bize uymayanları içselleştiremiyoruz; zor beğeniyoruz. Kim olduğumuzda, bu ilk kitap, ilk beğenilerimizden de kırıntılar olması tesadüf olamaz.
Yirmi yıl kadar önce, tesadüfen (!) ilçemiz kütüphanesinde bulduğum “İki Yeşil Susamuru”, benim ilk beğenilerimdendir (“Gurur ve Önyargı” ile “İnce Memed” de soluk sarı hatıralar bırakmıştır benliğimde). Şöyle diyor yazarı Buket Uzuner ilk sayfalarda: “… yalnızca ‘güzel ve cici’ bir kız olarak övülmek bende bir çeşit eksiklik duygusu yaratıyordu.” Düşünüyorum da, kafamı doldurmayı, fiziksel güzellikten daha değerli kılan cümlelerden biridir belki bu. Tek bir cümle bile değiştirir ya insanı bazen. Yazarın kastettiği daha fazlası olsa da, anladığımız ve kabullendiğimiz formuyla hayat bulur içimizde kelimeler.
Tekrar okumalarımda ortaya çıktı tüm anılar; burada böyle düşünmüştüm, şurada şunu hissetmiştim. Bunu anlayıp bunu atlamışım… Birden fazla kez, üst üste, kendimi tamamen vererek okuduğumu buradan anlıyorum. Yıllar sonra, okumaya başlamadan önce, dün, bir tanıtım, bir ArifOkur yazmayı planlamıştım. Ancak şu an bambaşka şeyler yazmak, romanın hissettirdiklerini kısacık da olsa anlatmak istiyorum. Çünkü akla kazınmış bir kitabı, uzun bir aradan sonra yeniden okumak heyecandan kıvrandırıyor. Aşırı heyecan da, bende subjektif coşkular doğuruyor.
Romanı ilk okuduğumda neler hissettiğimi az çok anımsıyorum. Farklı bulmuştum en çok. Sıradan, düz bir çizgide ilerleyen, tek bir hikayenin az çok tahmin edilebilir sonu değildi. Yaşım ve yaşadığım, romandakine göre çok sıradan olan sosyal çevrem itibari ile karşılaşmadığım karakterler, olaylar, terimler bir hayli şaşırtmıştı. Kadın yazarlar vardı ve kafamdaki yazar imajına uymuyorlardı. Zaten Uzuner de romanı yayınlandığında 35 yaşlarında idi; genç ve güzel –hala öyle– bir kadın. Dolu dolu anlatıyordu öyküsünü. Teoman gibi, kimin dinleyip dinlemediğini umursamadan, herkesin gözüne aynı kararlılıkla bakarak, kendine ve birikimine güvenerek, ‘bunlar benim oradan buradan topladığım değil, kendi fikirlerim’ diyerek, hararetle anlatıyordu. Nilsu gibi, yalnız cici ve hoş bir kız değildi (ben, yazara kitaptan çok ilgi duymuşum sanırım). Bolca virgül, parantez ve tırnak işareti kullanıyordu. Muhtemelen günlük hayatta tam olarak anlaşılamamaktan muzdaripti; aynı anda çok fazla şey anlatmak istiyordu. İlk uzun eserinde de yalnızca aşkı değil, yaşamı ve ölümü, anne-baba ve çocuk olmayı (ki iki tarafın yaşına da çok uzak değildi, o zamanki fikrimin aksine), toplumsal hayatı, ailenin yerini, dönemin siyasi hayatını ve politikacıların bağnazlıklarını, çevre sorunlarını, bolca da kitapları anlatmıştı. Çok cesur bulduğumu hatırlıyorum. Cesaret o yaşlarda göz kamaştıran bir özelliktir.
Romanda bolca kullanılan alıntılara, ithaflara biraz sinirlenmiş (“Alıntılarla değil, gerçekten konuş benimle”) ve hasetlenmiş olabilirim. “Neden ben bunların çoğunu bilmiyorum,” ve “Ne zaman ve nasıl hepsini okuyacağım?” diye sordum kitaba/yazara. Tabii bunun cevabını ancak ben verebilirdim. Hala okuyamadım. Yazarın, romanı yazdığı yaşlara çok yaklaşsam da, adı geçen kitapların yarısını bile okuyamadım. Dünyaya bir daha gelsem, okumayı öğrendiğim andan itibaren asılacağım bu işe. Belki radarıma giren kitaplar farklıydı, romanda bahsi geçen iyi kitapların kokusunu alma özelliğim tam anlamıyla gelişmemişti. Üniversiteye gidene kadar, ne bulursa içine çeken bir elektrikli süpürgeden farkım olmadı. Sonra gezip tozmaktan fırsat bulamadım. Şimdi de, akıp giden hayatın içinde okumak için fırsat yaratmaya çabalıyorum. Siz siz olun, hayat sırtınıza tamamen oturmadan, iyi kitaplar okuyun.
Evet tavsiyemi de verdikten sonra, gelelim bu ayın konusuna: aşk! Bu sayede sevgili editörüme de amacımın geçmişi yad etmek değil, ayın konusuna uygun ilk köşe yazımı yazmak olduğunu ispatlayabilirim.
Aşkın ne olduğunu kim bilebilir ki? Herkesin aşk olarak adlandırdığı duygu farklıdır. Benimki en doğrusu demiyorum, ama siz de aynısını diyemezsiniz. Tek bir doğru olsaydı hiç kavga etmezdik. Ve kavga bu dünyanın tuzu biberi!
Aşk kimine göre kavuşamamaktır. Kimince yalan, dolan… Kimi hormon salınımı, kimi tutku diyor. Ben, sevginin bir gömlek üstü olduğu kanaatindeyim. Çok sevmekten daha ilerisi.
Günümüzde öyle çok uyaran var ki etrafta, kendimizi dinlemek için beş dakikamız bile yok. Ama ne hissettiğimizi ayırt etmek son derece önemli; kırmamak, kırılmamak için. Aşk da, ne aceleye ne beklemeye gelmiyor. Haliyle bazı kıstaslar belirlemek gerekiyor. Her sevgi, her heyecan, her tutkunun aşk olabilmesi mümkün değil ki! Çoğu zaman aşk adı altında tükettiklerimizin, ardında iz bırakmadan kaybolduğunu düşünürseniz, siz de bana hak vereceksiniz.
En basit toplumsal ilişkiler dahi içinde bir vazgeçiş, fedakarlık barındırır. Bazı zevkleri feda edip bazı sorumluluklar almadan insanlar arasında yaşamak mümkün değil. Pijamamı çok seviyorum, ama dışarıda giyemiyorum. Sokağa tüküren insanlardan nefret ediyorum; ama dövemiyor, yalnız pis bakışlar atmakla yetiniyorum. Madem öyle, insan ilişkilerinin temelinde fedakarlık yatar. İşte aşk, feda edebileceklerinizin sınırındadır.
Bizi kan bağı olmadan birleştiren en önemli duygudur; aşk. Daha derinlemesine irdelesek; vatanseverlik, taraftarlık, din, minnet gibi ekstralar da çıkar karşımıza ama konumuz bu değil.
Şuna benzetiyorum; tereddütsüz, gelecekte menfaatim biter mi diye sormadan, samimi olarak böbreğimin birini veya karaciğerimden bir parça verebileceğim kişidir maşuk. Çok abartıp canımı veririm diyemiyorum. O apayrı bir mesele, belki kara sevda.
Romanda Mike’ın babasının, annesi ile birlikte olabilmek için feda ettiklerini düşünürsek benim aşk tanımım çok daha yavan kalıyor elbet. Ama, günümüzde kişinin özgürlüğünden ve saygınlığından fedakarlık etmesi, böbreğini vermesinden çok daha zor. Kendinden vazgeçiş mümkün mü artık? Yine de, aşık olduğumuz kişiye bu saydıklarım konusunda daha toleranslı olduğumuz da bir gerçek. Kimsenin kabul etmediği bir ilişkiyi ancak aşk varsa sürdürmek mümkün olabilir. Ülkemiz gerçeklerinde, diğer baskı unsurlarının olmadığı, seçilerek yaşanan ilişkileri kastediyorum. Aşk bir yandan da toplumsal normların üzerindedir değil mi? Olmadık vakitlerde, olmadık durumlarda içimize sinen kişidir yine maşuk. Eleştirilere kör, sağır kalabilmektir aşk. Tutkudan, basit bir ilgiden, ihtiyaçların karşılanmasından daha ötesidir. Nilsu’nun annesinin ‘işadamı Fikret’e hissettikleri hiç değildir (gidişattan anladığım kadarıyla).
Hani diyorlar ya, insan yalnız bir kez aşık olur. Yalan! Bazı insanlar aşkı hiç tatmaz. Aşk, ancak değerini, anlamını bilen, seçme şansı olan insanların yaşayabileceği bir duygudur. Bir duygudur neticede. Bazıları hiç hissetmez ki! Aşk bir yandan da kendini bırakmaktır. Set vurulabilir mi duygulara demeyin; kimi, aşık olmamayı tercih eder.
Aşk, saydıklarımın hepsinden büyüktür. Bir o kadar da geçici. Bitiverir. Aşk, sadece aşk varsa; biter bir gün. Hiç gelmemiş gibi gider. Kocaman, kırmızı bir balondur aşk. Ama arkasında sevgi, saygı, bir parça mantık, minnet, dostluk, samimiyet gibi başkaları varsa, bitse de hatırlanır. Anısı yaşamaya devam eder. Yarım kalmışsa, zaten hiç unutulmaz. Yarım kalan her şey gibi sızlar, kendini hep hatırlatır. Aynı romanın sonu gibi (ben Nil ile Teo’nun ilişkisinde takılıp kalmıştım. Susamurunun üzerine ‘Yeşil’ yazılmasıyla son buldu kitap bende. Kolaya kaçtım, aşkı seçtim diyelim).
Neticeten; aşk güzel şeydir. Bazen can yakar, ama yanıklar tütsülenmiş bir zevk verir insana. Hissedebilmek hiç kötü olur mu?
Nilsu’yla Teoman’ın aşkı bitmiş midir? Bence yarım kalmamıştır. Hep de hatırlanacaktır, yalnız değildir çünkü onlarda aşk.
Bu yazıyla aramızdaki aşk da böylece bitti. Neyse ki kitaba sevgim baki! Aşkla kalın!