Yalnız geçen bir gün daha bitmiş, başını yastığa koymuştu. Düşüncelerden alev alan bir başı, yastıklar söndüremiyordu. Kara gözlüsü gittiğinden beri, bir haftadır uyku tutmuyordu. Uykusuzluğun en yakın arkadaşı da huzursuz düşüncelerdi.
Böyle hikayelerin başı sonu yoktur aslında. Gerçek nerede başlar, zan nerede, bilinmez. Ne zaman başlamıştı onlarınki? Onu tanıdığında henüz lisedelerdi. Yıllar geçip memlekete döndüğü bir yaz tatilinde, ilk gördüğü yüz onunkiydi. Son gördüğü yüzün de onun olmasını istemişti. Daha önce görmediği ne görmüştü hatırlayamıyordu.
Boş bir kalpte her gün, her saat küçük sürgünler yeşerir. Yalnızlık, karşı yanın cazibesi, bazen minik bir tebessüm, bazen bir damla gözyaşı ile… Aralarından biri boy verir. Her gün umutla sular büyütürsün. Nihayet kalbi dolduran kocaman bir sarmaşığa dönüşür sevgi. Muhtacız buna. İnsan sevgiye, merhamete; hava, su kadar muhtaç.
Birini, sevmiş olmak için sevebilir miydin? Ya da yalnız kalmaktan korktuğun için sevdiğini zannetmek mümkün müydü? Sevgi neydi aslında? Sevgi emek miydi?
Oğuz, öbür yanına döndü. Açık televizyondan duyduğu bir replik düşüncelerinin arasına sıkışıyordu. Bilinçaltının bir mesajı mıydı bu, kendini mi suçluyordu? Şöyle bir yokladı hafızasını. Evleneli henüz bir yıl olmuştu. Ya da biraz fazla; evlilikten öncesini daha net hatırlıyordu sanki. Birinden sıkılmak için kısa bir süre; öncesinde birlikte olabilmek için üç yıl çabalamışken hem de. Her akşam gözlerine bakarak uyumak istediği kadına, zamanla nasıl sırtını dönüp horladığını anlayamıyordu. Zamanın ilişkilerinden neyi götürdüğünü düşünmekten helak olacaktı. Madem alacağını almıştı zaman, nasıl yanıyordu canı? Etkisi azaldıysa, ilk anın heyecanından daha yıkıcı depremler nasıl yerle bir ediyordu onu şimdi?
Evlilik yıl dönümlerini unutmamış, doğum gününü kutlamıştı. Her akşam seni seviyorum’la bitiyordu gece. Ama eksik bir şeyler vardı, biliyordu. Eve, ilk ayların heyecanıyla gitmeyi çoktan bırakmıştı. Oyalanmadan, koşar adım önünde dikildiği kapıyı, sırf o açsın diye çaldığı zilin sesini bile özlediğini fark etti. Artık arkadaşlarıyla ayak üstü sohbetini yapıp markete uğruyor, anahtarını merdivenin başında eline alıyordu. Yani, bir hafta öncesine kadar öyleydi.
Kalktı, bir bardak su alıp oturdu. Salondaki su yeşili kanepe bir süredir yatak vazifesi de görüyordu. Bardağı kolçağa koydu. Kara gözlüsünün evi döşerken ısrarla aradığı rengin adını hatırladı. Hiçbir şey göründüğü gibi mi değildi, yoksa her şey olmasını istediğimiz gibi mi adlandırılıyordu? Su saydamdı, yalnız koltuğun üstündeyken yeşil görtünüyordu. Neymiş? Su yeşili!
Seni seviyorum da her seferinde aynı anlama gelmiyor olabilir miydi? Son zamanlarda iyi gecelerden başka bir anlamı kalmamış, bir ritüelden ibaret zayıflayıp cansızlaşmıştı sanki. Seviyor muydu karısını?
Yüzünü sıvazlayıp arkasına yaslandı. Giderken “Düşün biraz,” diyerek gitmişti; düşünmek çok zordu. Yine o güne gitti aklı.
Sıradan bir gündü. Eve gelmeden biraz oyalanmıştı. Akşam maç vardı, sehpayı donatıp su yeşili koltuğa oturduğunda seslenmişti ona.
“Oğuz, sana söylemem gereken önemli bir şey var.”
“Biraz bekleyebilir mi aşkım?” demişti.
Şule’nin gözlerinin dolduğunu hatırlıyordu. Her daim parlak, coşkulu gözleri… Şimdi bir kez daha görmek için yanıp tutuştuğu gözleri…
“Peki,” demişti. O an anlayamamıştı, ama tercümesi şöyleydi: “Pişmanlığın Ebedi Kardeşliğini İstiyorsun demek! Buyur senin olsun.” Şule hep haklıydı.
Devre arasına kadar aklına bile gelmemiş olmasını şaşırtıcı buluyordu şimdi. Ama izlediği şeyin verdiği keyif tüm damarlarında yayılıp uyuşturucu etkisi yapmıştı. Hem nereden bilebilirdi böyle olacağını?
Kalkıp mutfağa gittiğinde tertemiz ama boş bir mutfak karşılamıştı Oğuz’u. Aldıkları poşetlerden çıkarılıp yerleştirilmişti çoktan -hala çaba gösteriyormuş o an-. Soğuk içeceğini bulamayınca seslenmişti. Cevap gelmeyince diğer odalara da bakmaya gitmişti.
Yataklarının üzerinde oturan karısından istediği cevabı alıp dönerken kapının yanındaki bavulu fark etmişti.
“Hayırdır, temizlik mi yapıyorsun?”
Şule saatine bakarak cevaplamıştı.
“Yokluğumu fark etmen bir saati buldu. Ve sebebi de aradığını bulamamış olman. Sence bunda bir tuhaflık yok mu?”
Oğuz karısının alınganlık yaptığını düşünüp gardını almıştı. Ama bu meseleyi çok da büyütmeye niyeti yoktu.
“Olur mu aşkım? Çok önemli bir maç, şampiyonlar ligine gideceğiz. Seni de çağırdım ya başlarken. Hadi gel, ikinci yarıyı birlikte izleyelim.”
Şule’nin sessiz kalması tehlikeliydi. Oğuz’un yıllar içinde karısı hakkında öğrendiği en önemli şey buydu. Aklı maçta kalarak karısının yanına oturup, sarılmıştı.
“Hadi bak, başlıyor. Geliyor musun?”
“Sen git.” Bakışlarında bir şey vardı, söylediğinin tam tersini kastediyordu sanki. Yine de televizyondan gelen seslere aldanıp kalkmıştı. Şimdi düşündüğünde, maçın on beş dakikasını feda etse, sonucun böyle olmayacağını düşünüyordu, pozisyonu yanlış değerlendirmişti. Ne konuşacağını ya da bavulu bile sormamıştı tekrar.
O gece birbirleri için önem sıralamasında farklı basamaklardaydılar. O gece, karısı için Oğuz en önemli mevzu iken şimdi kara gözlüsünün yokluğu onun tek meselesiydi.
Maçın bitmesine yakın elinde bavulla gelmişti salona. “Ben gidiyorum,” demişti.
Gözlerini televizyondan ayırmadan sormuştu, ne ironik. “Nereye gidiyorsun bu saatte?”
“Televizyon kadar değer göreceğim bir yere.”
Şaka yaptığını düşünmüştü Oğuz. “Hadi aşkım, az kaldı. Abartma!”
“Sen biraz düşün,” deyip kapıya yönelmişti Şule. Tam o anda bir gol pozisyonu Oğuz’un dikkatini dağıtmış, önce anahtarını bulamamış, asansör de geç gelince taksiye binen karısına yetişememişti. Film olsa kapıda yakalardı!
Düşün demişti Şule. O da öyle yapmış, önce bu saçma sebeple terk edilmesine fena sinirlenmişti. Düşünceleri bu yönde ilerleyince, sonunda boşanıp iş yerinde kendisiyle ilgilenen Ebru’yla evleniyordu. Neden olmasın?
İşe gittiği ilk gün Ebru’ya alıcı gözle baktığında, içi sızlamıştı. Terk edilmenin getirdiği can acısını kızcağızın omuzlarına bindirmeye çalıştığını düşünüp mahcup olmuştu sonra. Şule kadar güzel olmadığını fark etmesi ve gülerken burnundan çıkan o garip sesin de etkisi olmuştu bu mahcubiyetinde.
Sonraki günler Şule’nin tavsiyesi üzerine daha çok düşünmüştü. Aynı geceyi defalarca canlandırmıştı gözünün önünde. Karısı için önemli bir şey olmuş, bunu paylaşmak istemiş ama o dinlememişti. Muhtemelen kırgınlıklarını anlatacaktı, bu kadar düşünmesine de gerek kalmayacaktı. Bir kaç damla gözyaşı, bir hediye ile sorun büyümeden çözülecekti. Pişmandı.
Son zamanlarda birbirlerinden çok uzak olduklarını anlamıştı sonra. Karısını heyecanlandıran ya da üzen şeyler, ilgisini sadece bu sebepten çekmeyi bırakmışlardı sanki. O hayran olduğu abartılı jest ve mimikleri bile şapşalca gelmeye başlamıştı. Onu sevmesi için zamanla biriktirdiği nedenler birer birer anlamını yitiriyor muydu?
Sürekli birlikte olmak, yanındakinin gerçek yüzünü görmesine sebep olmuş olabilirdi. Gözünde büyütmüştü belki. Elde etmeye çalışmanın heyecanıyla tanıyamamıştı yeterince karısını.
Kalbi sancıdı; doğru olmadığını adı gibi biliyordu. Hala onun gözlerine bakınca içi titriyordu. Son zamanlarda gerçek anlamda yüzüne bile bakmıyordu aslında, gözleri buluşmuyordu eskisi gibi. Görmediğin bir şeyin orada olduğunu nasıl fark edebilirsin ki? Sevgi azalmamıştı galiba, yalnızca unutmuşlardı. Ya da daha doğrusu Oğuz unutmuştu, hatırlatamayınca da Şule pes edip gitmiş olmalıydı.
Önceki hafta boyunca aşk notları koymuştu çantasına, bir kez bile cevap vermemişti. Akşam yemeklerine her zamankinden fazla özeniyor, ama Oğuz yemeği aceleyle yiyip kumandayı eline alıyordu. Heyecanla anlattığı planlara “Bakarız,” diyerek cevap veriyordu. Bunlar ufacık bir kartopu gibi yuvarlanarak büyümüş, Şule’ye çaresiz hissettirmiş olmalıydı. Bunu yeni anlıyordu. Bir haftadır, neredeyse uyumadan her dakika, her saniyesinde düşünmüştü. Karısının çok iyi bildiği gibi, onu hala seviyordu. Durduk yere hatırlamaz ki insan; bir şeyin varlığını hatırlamak için yokluğunu bilmek gerekir.
Televizyonu kapatıp telefonunu eline aldı. Hiç cevap gelmeyen mesajlarına bir yenisini daha ekledi.
“Seni seviyorum. Bunu unuttuğum için özür dilerim!”
Ertesi gün işten eve geldiğinde, şansını denemek istedi. Anahtarı cebine koyup zili çaldı. Metal kuş iki kez şakıyıp umudunu kırdığı anda bir mucize oldu; kapı açıldı. Unuttuğu tüm sebepler karşısında duruyordu; kadife bakışlar, müşfik bir tebessüm ve diğerleri…
Sevinç çığlığı atmakla hiçbir şey olmamış gibi davranmak arasında kararsız kaldı. Yalnızca sarıldı. Gül kokan saçlarını okşadı karısının. Ayrıldıklarında kapının yanındaki bavula takıldı gözü. İçini bir tedirginlik kapladı; “Gitmeyeceksin, değil mi?”
“Hayır, sadece çok ağır. Sen taşıyabilir misin?” diyerek sakinleştirdi kocasını.
Giderken taşımıştın ama, diyemedi. Ağır olduğunu düşünüp hızla kaldırdığı bavul, hızla havalandı. Boştu. Merakla karısına baktığında “Aç hadi, buna hazır olup olmadığını anlamam gerekiyordu,” dedi Şule.
Oğuz, bavuldan çıkan siyah beyaz resimlerin ne olduğunu bilse de algılayamadı önce. Hayretle yüzüne baktığı Şule, elini alıp karnına koydu. Hatırlanacak bir doğum günü daha olacaktı yakında. Şule yalnızca gerçek anlamıyla hatırlanacağından emin olmak istemişti.