Bu ay itibari ile başladığımız ve zaman zaman devam edeceğimiz “Yeni Çıkanlar” bölümümüzün ilk konuğu “Karun ve Anarşist”.
İskender Pala, şüphesiz, günümüz Türk edebiyatının en önemli temsilcilerinden biri. Yalnız yazarlığı ile değil akademisyen kimliği ile de tanıdığımız yazarın son kitabı, Ocak ayında Kapı Yayınları aracılığı ile raflarda yerini aldı.
“Karun ve Anarşist” öncelikle ismi ile dikkat çeken bir çalışma. Karun, mutlak gücü temsil ederken; anarşist, lafzı ile mutlak gücü reddediyor. Siyah ve beyaz gibi yan yana gelmesi çok zor olan bu iki kelime, romanda, iki farklı zaman diliminde birbirine teğet geçiyor.
Kitap, üç arkadaşın aynı kıza sevgisi ekseninde dönmesine rağmen her birinin savruluşu farklı bir yöne oluyor. Yazar da, onlara tuttuğu ayna ile bize, tarihin de anlattığı dersten payına düşeni aktarıyor.
İlk bölümde, Lidya‘nın ve tüm civarın en güçlü ve zengin kralı, Aslan Kral olarak adlandırılan, ancak gücünün ihtişamı ile Karun‘a benzetilen Krezüs‘ün hikayesi karşılıyor bizi. Pers kralı Keyhüsrev‘in Medler‘e saldırmasının ardından savaşa girme sürecini, süregelen hayatı kurgu değil de gerçekmiş gibi okuyoruz. Çünkü yazar, kitabın sonuna eklediği kaynakça kadar, sayfalarda yer alan çizim ve resimlerle gerçeğe bağlı kaldığını olabildiğince hissettiriyor. Sanki sadece boşlukları dolduruyormuş gibi. Bu yönüyle kitabın başarılı bir tarihi roman olduğunu hiç çekinmeden söyleyebiliriz.
Krezüs’ün çıkacağı sefer için bir kehanette bulunuluyor. Savaş, büyük bir imparatorluğu devirecektir. Kehanetler yoruma muhtaçtır ve nasıl yorumlandığı kaderleri değiştirebilir. İnsan, nihayetinde kendi kaderini kendisi tayin eder. Krezüs kibrine yenilecek ve sonu Karun gibi mi olacaktır? Yoksa dilsiz oğlunun, yaralı ve sessiz kalbine ilham olanı anlayabilecek midir?
Pala’nın ilk bölümde yanıtını aradığı, kendimize de sormamız gereken öyle güzel sorular var ki! Tek bir tanesini sorayım size; bir millet nasıl ayakta kalır?
Bilge Solon‘un sözlerine bakılırsa; güçlü bir ordu, dolu bir hazine, kudretli bir iktidar yeterli değildir. Bunlar kaybolsa dahi, kültürü olan bir millet yeniden ayağa kalkacaktır. Kültürünü kaybedenler ise tarihin tozlu sayfalarında yok olmaya mahkumdur. Belki de bu, en çok bizi ilgilendirmektedir. Anadolu’da sayısız topluluk yaşamıştır. Şu an hiçbiri yok, biz varız. Ama onlar bıraktıkları izlerle bizim bir parçamız. Bunu inkarın bir anlamı olmadığı gibi, aksine böylelikle çok daha güçlenen kültürel kimliğimizi korumak, bizim görevimiz. Örf, adet, deyimler, tarihi eserler, dil… Bunları korumak, muhafaza etmek, muhafazakar olmak ya da aydın olmakla alakalı değil; sadece bilmekle ilgili. Başka bir açıdan bakalım bir de. Biz ki, yokluğun içinden yeniden doğduk, bunu nasıl açıklayabiliriz ki başka türlü! Bilge Solon’a katılmamak elde değil.
Krezüs bunlarla uğraşadursun, biz zamanı birbirine bağlayan konuya geçelim; aşk!
Lidya’nın başkenti Sard’ın en büyük zenginliği olan altının yanı başında, ama parıltısının bir o kadar uzağında yaşayan üç arkadaş; Kufu, Mehte ve Halludas. Ortak noktaları, Krezüs’ün altın ocaklarından birinde çalışmak ve resim. Kaderleri bir şekilde bağlanmış bu arkadaşların, Edusa‘ya muhabbetleri hayatlarını nasıl değiştirecek? Sevgiliye duyulan aşk, rekabeti mi getirecek, yoksa maşuğun kendisini hak eden kişiyi belirlemesi mümkün olacak mı? İki bölümün arasındaki ayna da bu. İnsanlar hep aynı, yalnız kıyafetleri ve isimleri değişik.
İkinci bölümün başladığını fark edemiyoruz önce, sanki kaldığı yerden devam ediyordur Lidya macerası. Birazdan tarihin tekerrürden ibaret olduğunu anlayıveririz. Bu kez 1980 öncesinde, yine resmin birleştirdiği, Ufuk, Ethem ve Sadullah‘la tanışırız. Ve tabi ki Asude… (İki farklı çağdaki bu isimlerin birbirinin anagramı olduğunu fark etmemek çok zor) Bu kez, yazar bize başka soruların cevaplarını verir karakterlerin ağzından. Herkesin idealinin farklı yollardan aynı şeyi bulmak olduğuna inanmaktadır; milletin bekası, huzuru, mutluluğu. Bunu temin için fikirler çatışmalıdır, insanlar değil. Tarih tekerrürden ibaretse, bunun en sevinilecek yanı; tarihten ders alabilecek olmamızdır.
Özellikle ikinci bölümde, yazarın siyasi çıkarımlara yol açabilecek bazı söylemlerinin bulunduğunu görüyoruz. Sanat; dediği gibi iyiye, güzele ulaşmaya aracı olmak zorundadır. İyiye ulaşma yolunda, kendi bildiği doğruları söylemesinin, aksinin vebal olduğunu kabul ettiği de düşünüldüğünde, elbette bir sakıncası yoktur. Hatta, bizim güncel edebiyatımızda oldukça eksik olan bu öz güven için kendisini tebrik etmek gerektiğini de düşünüyorum. Yazarın sıkılmadan, ön yargılardan korkmadan, kimseyi gocunduracağını düşünmeden, tamamen kendisi olarak yazabilmesini önemli buluyorum. Maalesef gitgide tahammülü az bir millet oluyoruz. Fikirlerimiz yerine, belki biz de çıplak ellerimizle, dillerimizle dövüşmeyi daha çok yeğliyoruz. Buna rağmen, bunların yazılabilmesini başarı olarak kabul etmemek elde değil.Tabii şu eleştiriyi de yapmadan geçmemek gerekir. Siyasetin; aşkı, sanatı, kültürü kirlettiğini iddia eden bir kitapta siyasete yer vermek uygun olmuş mudur? Ya da en uygun yer burasıdır belki, bilemiyorum. Yine de, yazarın bir tarafı kayırmadan anlatmaya çalıştığı fikirleri ve ideal olana ulaşmak için gösterdiği yolları, ön yargısız olarak değerlendirmemiz gerektiği kanaatindeyim.
Okuma zevkine dair ise şunları söyleyebilirim; yazarın dili gitgide sadeleştiği gibi, en rahat okunan kitabı da şahsi kanaatime göre Karun ve Anarşist’tir. Ancak, kitap boyu bir türlü peşimi bırakmayan, alışık olmadığım bir hamlık beynimi kemirip durdu. Pala’nın kitaplarında karakterler yazardan bağımsız, kendi fikirleriyle hareket ederler. Burada ise, sanki yazar bir yerde karşıma çıkıp, aslında şunu demek istiyorum, diyecekmiş gibi hissettiğimi söylemek zorundayım. Bu çok mu kötü? Yazar, çıtayı fazla yükseltmiş sadece, çakılı kadro okuyucusunu memnun etmek zor belki de.
Sonuç olarak; Krezüs’ün kaderini de okuyunca, milletlerin kaderini tayin edebilecek kudretteki herkesin bu kitabı okumasını dilemekten kendimi alamıyorum. Belki bel bağlanamayacak kadar iyi niyetli tahliller yapıp sonuçlara ulaşıyor Pala; ama insanın zihnine bir tohum ekmeyi de başarıyor. Bu bir tarihi roman belki, ama derinde çok fazla şey var. Hermos nehrinin sularını eledikçe bir çok taş bulmanız mümkün. Yeter ki, bulduğunuzun görünüşüne aldanmadan, değerini anlamadan elinizden bırakmayın!
Keyifli okumalar!