Margaret Atwood’un 1985 yılında basılan romanı “Handmaid’s Tale” (Damızlık Kızın Öyküsü), feminist romanlar arasında Katharine Burdekin’in “Swastika Night” (Swastika Geceleri; 1937), Ursula K. Le Guin’in “The Left Hand of Darkness” (Karanlığın Sol Eli; 1969), Joanna Russ’ın “The Female Man”i (Dişi Adam; 1975) ile birlikte öne çıkar.
Kitabı ülkemizde basan yayın evi kapandığından yeni baskısı bulunamadığı gibi, eski basımlara ulaşmak da bir hayli güçtür. Bu sebeple çok tanınan bir kitap değildir. İçeriği bilinmeksizin ele alınması durumunda, orijinal isminin kullanılmaması ve kitap kapağının yarattığı beklenti, okuyanlarda biraz hayal kırıklığı yaratabilir. Roman, daha çok hislerle bezenmiş bir spekülatif kurgudur.
Konusuna geçmeden önce yazarımızı yakından tanıyalım. Margaret Eleanor Atwood (aile arasında Peggy), 18 Kasım 1939 yılında doğmuş Kanadalı yazar, şair, eleştirmen ve deneme yazarıdır. Atwood aynı zamanda, 1921 yılında kurulan Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN)’e üyedir ve Uluslararası Af Örgütü‘nde aktivisttir. Salem’de cadılıkla yargılanan bir büyük büyük annesi bulunduğu gibi kendisi de tarot, fal gibi ezoterik uğraşları olan, bunun yanında pozitif bilimlerle de ilgilenen, sarsılmaz özgüveniyle ve cesur karakteriyle tanınan, sosyal duyarlılığı olan bir kadındır. Kadınların kendisine yer bulmakta zorlandığı bir dönemde edebiyat dünyasında fırtınalar estirmiştir.
Bunların yanında teknolojik ürünler de geliştirmektedir; LongPen (dijital olarak kitap imzalamaya yarayan program) gibi pek çok patentin sahibidir.
Arthur C. Clarke ve Booker gibi çok prestijli ödüller kazanmıştır. İncelediğimiz roman da, yayınlandığı tarihten itibaren pek çok ödül almıştır. Kulislerde Atwood’un adı sıkça anılsa da, Nobel Edebiyat Ödülü‘nü 2013 yılında hemşehrisi Alice Munro almıştır. Munro’yla sarmaş dolaş kutlama resimlerini de sosyal medyada paylaşmıştır.
Atwood, günümüzün en saygıdeğer kurmaca yazarları arasında gösterilir, hatta Kanada edebiyat camiasının taçsız kraliçesi olarak adlandırılır.
Diyetisyen Margaret Dorothy ile entomolog Carl Edmund’un ikinci çocuğudur. Çocukluğu, babasının işinden dolayı çoğu zaman Quebec ormanlarında geçer. Yazları ve baharları ormanda kalırken yalnız kara kışta şehre inerler. 16. yüzyıla kadar uzanan soy ismi İngiliz kökenlidir ve ‘Ormanın İncisi’ anlamına gelir (İsmiyle müsemma!). Sosyal adetlerle geç tanışması nedeniyle, kendisini toplumu dışarıdan gözlemleyen bir yabancı olarak tanımlar.
8 yaşına kadar düzenli bir eğitim hayatı olmaz. Okumayı çok sever ve geniş bir hayal gücü vardır. Altı yaşında yazmaya başlamıştır ve on altısına geldiğinde bu işi profesyonel olarak yapmak istediğine karar verir. 1961 yılında Toronto Üniversitesi Victoria Koleji‘nin sanat bölümünden onur derecesiyle mezun olur. Psikoloji ve Fransızca’yı da yan dal olarak tamamlar.
Aynı yıl, “Double Persephone” adlı şiir kitabına E. J Pratt Madalyası verilir. Daha sonra Woodrow Wilson Bursu‘yla Harvard’s Redcliffe College’ta öğrenimine devam eder. 1962 yılında Radcliffe’de master derecesi elde eder, ama “The English Metaphysical Romance” konulu tezi yarım kaldığı için tamamlayamaz. Akademik kariyerine eğitmen olarak devam eden yazar, pek çok saygın üniversitede ders vermiştir.
Victoria Koleji’ndeyken feminizm düşüncesi belirginleşir, bu dönemde eserlerinde genellikle baskın kadın baş karakterler kullanır. Feminist kadın hareketlerinin ikinci dalgasından dört yıl önce feminizme dair fikirlerle dolu kitabı “The Edible Woman”ı (1969) yazar. Feminizmin güçlenmesinde edebiyatın önemli bir rolü olduğunu düşünür. Alışıldık feministlerden farklıdır. Feminizm hakkındaki fikrini şöyle anlatır:
“Feminist size bağıran mutsuz insan anlamına mı, kadınların insan olduğuna inanan kişi anlamına mı geliyor? Bence ikincisi, bu sebeple ben de feministim.”
1968’de, Jim Polk ile evlenir, 1972’de ikinci romanı “Surfacing” yayınlanır, 1973’te boşanır. Hala kendi gibi yazar olan Graeme Gibson ile birlikte, kızları Eleanor Jess Atwood Gibson (1976 yılında) doğduktan sonra taşındıkları Toronto’da yaşamaktadırlar. Kızının doğduğu yıl “Lady Oracle” yayımlanır.
“The Happy Zombie Sunrise Home” adlı romanını 2013 yılında internet üzerinden yayınlamıştır.
Yazarın yayımlanmış 17 romanı, 21 şiir ve 10 hikaye kitabı vardır. Bunların yanında, çocuk kitapları, antolojiler, kurgu olmayan kitapları da bulunmaktadır. Oldukça üretken ve çok yönlüdür. Hatta resmî internet sitesinde, karikatür ve çizimleri de görülebilir.
Bu arada meraklısı için özel bir ekleme de yapalım: İskoç sanatçı Katie Paterson’ın hazırladığı, Oslo’da açılacak, “Geleceğin Kütüphanesi”ne ilk kitabı yazması için Margaret Atwood seçilmiştir. Bu kütüphane için Oslo’nun dışında bin ağaçlık özel bir orman hazırlanmıştır. 2114 yılında, bu ağaçlar kullanılarak; dört yılda bir yenilenen heyet tarafından günümüzün önemli yazarları arasından seçileceklerin, sadece kütüphane için yazacakları eserler basılacaktır. O güne kadar okunamayacak olması yazarlara sonsuz bir özgürlük vermektedir. Gerçekten heyecan verici!
Hazırlanacak özel bir odada yazar ve eser isimleri görülebilecek, ancak hikayeleri okumak mümkün olmayacaktır. Atwood, projenin yüzyıl sonra yeryüzünde hala insan yaşamı olacağına inanması açısından heyecan verici olduğunu düşündüğünü açıklamıştır. Şu ana kadar belirlenen bir diğer yazar, David Mitchell’dır.
Gelelim kitabımızın orijinal ismine. “Tale” sözlük anlamı olarak ‘öykü, masal, rivayet’ anlamlarını taşımaktadır. “Handmaid”, ‘doğurganlık potansiyeli yüksek kadın’ olduğu gibi ‘hizmetçi’ hatta ‘cinsel köle’ anlamına da gelmektedir. Geoffrey Chaucer‘ın “The Canterbury Tales” (Canterbury’ye hacı olmak için seyahat eden keşişlerin başlarından geçenlerin anlatıldığı 14. yüzyılda yazılmış, ilk yazılı İngilizce eserlerden biri), isimli kitabının başlığı ile kitabımızın orijinal başlığı benzerlik gösterir.
Yazarın dilinin en önemli özelliklerinden biri, kelime seçimleridir. Hepsi özenle seçilir ve bir gönderme barındırır. Romanımızda da bunu sık sık görmek mümkün. Tabii çeviri okumanın azizliğine uğramış okuyucular olarak, anlatımın güzelliğini takdir etmekte çok da başarılı olamayacağımızı kabullenmemiz gerek. Yine de, bir kadının elinden çıktığı belli olacak şekilde, tüm ayrıntıların naif bir kabullenmişlikle, oldukları gibi ortaya konulması, özlerindeki iyiliğin ve umudun yansıtılması insanı etkiliyor. Bu kadar karamsar bir öykünün rengarenk bir nakış gibi işlenmesi, insanı kurgu değil de gerçekmiş gibi içine çekmesi, kabullenmenin sonsuz sükunetiyle insanın her şeye alışabileceğine ve bunun tehlikesine karşı uyarması insanı derin düşüncelere sevk ediyor.
Ursula L. K. Guin’e göre yazarın distopyaları bilim-kurgu içerikli olsa da, Atwood, anlattıklarının şu an gerçekleşmese de gelecekte gerçekleşmeyeceklerini ya da bilinmeyen bir geçmişte gerçekleşmediklerinin bilinemeyeceğini, zaten başka bir gezegende de geçmediğine göre bilim-kurgu sayılamayacağını söylemiştir. Gerçekten de hikayedeki tüm unsurlar, yaşanmış ve yaşanabilecek olaylardan uzak değildir. Korkutucu olmasının en büyük sebebi belki de budur. Böylece artık kitabın kurgusuna da geçebiliriz.
Yine nükleer bir savaş olmuştur (yazarın etkilendiği “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”te de benzer bir savaş vardır). Bu kez en önemli etkisi kısırlıktır; sağlıklı doğum oranları oldukça azalmıştır. Amerika’nın Maine eyaletinde, bir zamanlar Bongor olarak adlandırılan şehirde geçmektedir öykümüz. Her şey başlamadan önce günlük hayat şimdikine çok yakın olmakla birlikte (hikayenin 2005 yılında geçtiği kabul edilmektedir), tüm kayıtlar kompü-kayıt altında tutulmakta, para bile kullanılmamaktadır (bireyin tüm hareketlerinin devlet eliyle kayıt altına alınması ne kadar tanıdık!).
Meclis bombalanınca demokrasi bilinmeyen bir süreyle askıya alınır (saldırıyı dini grupların yaptığı söylenir; ama anlatıcı, devletin haklı olduğunu ispat için yapmış olabileceğini göz ardı etmez). Kendilerini Yakup’un Oğulları olarak adlandırılan bir grubun yönetimi ele geçirmesiyle yeni düzen oluşur. Yeni kurulan Gilead Cumhuriyeti, teokrasi ile yönetilen askeri bir devlettir.
İncil’e dayandırılan ve amaca uygun hale getirilen inanç temelinde, rejime karşı çıkanlar Büyük Temizlik’le imha edilir ya da Kolonilere gönderilir. Yahudilere, din değiştirme ya da ülkelerine dönme şansı verilir, ülkelerine dönmek isteyenlerin bindikleri gemiler batırılarak maliyet azaltılır. Rahibelerin bekaret yeminlerini bozmaları istenir, kabul etmeyenler Koloniler’i ya da Duvar’ı seçmek zorunda bırakılır. Müslümanlara ne yaptıklarını bilemiyorum!
Diğer ülkelerin, farklı yönetim biçimleri seçtiğini; örneğin İngiltere’de kadın hareketlerine destek veren kuruluşlar olduğunu ve politik amaçlarla Gilead rejiminden bazı kadınları kaçırdıklarını öğreniyoruz. Anlatıcının Kanada’ya (yazar da Kanadalı!) kaçıp kurtulmak istediğini biliyoruz. Yine anlatıcının karşılaştığı Japon turistler de, romanın akışına uygun olarak rejimin aykırılığını ifade ediyor.
Yakup’un Oğulları’nın yönetimi ele almalarından hemen önce de, kadınların kürtaj gibi haklarını koruyabilmek için eylemler yaptığını hatırlıyor anlatıcı. Gilead döneminde, kadına yönelik politikalar daha da katılaşıyor.
Komutan Fred’den öğrendiğimiz kadarıyla politika değişikliğinin sebebi şu; her yerde gözlerine sokulduğu ve kolayca elde edebildikleri için, erkeklerin cinselliğe ve hatta aile kurmaya ilgileri azalmış ve nüfus artışı durma noktasına gelmiştir. Kadınların kendilerini kısırlaştırabilmeleri ve kürtaj olabilmelerinin de etkisiyle yeni düzenlemeler zorunlu hale gelmiştir. Kısaca gereklidir! Duygular, aşk gibi önemsiz ayrıntıların politikalarda yeri yoktur!
Her şeyin başladığı o günü anlatıcı hatırlamaktadır. Bir gün her zaman alışveriş yaptığı büfedeki kadın kasiyerin yerine bir erkeğin geldiğini, sigara dahi alamayacak şekilde hesabının dondurulduğunu öğrenir. Tüm kadınların banka hesapları bloke edilmiştir; tüm paraları kocalarına ya da en yakın erkek akrabalarına aktarılacaktır. En azından öyle söylenir. Tüm kadınların işlerine son verilir, kadın kocasına bağımlı hale getirilir ve eve hapsedilir.
Anlatıcı da bu süreci an be an yaşar. Başlarına düşebilecek bombaların ve kargaşanın korkusuyla her şeyin ne kadar kolay değiştiğini, toplumun olan biteni nasıl da benimseyip ayak uydurduğunu önemsiz bir ayrıntıymış gibi hatırlar. Kendi yaşadıklarını da başka türlü olamazmış gibi kabullenmiştir. Gizli bir kadercilik tüm toplumların ruhuna etki etmiştir. Zamanla aileler, yönetimdekilerin isteğiyle parçalanır, kadınlar ve erkekler ayrılıp sınıflandırılır.
Erkeklerin işe yaramayanları, aynı vasıftaki (doğurgan olmayan ve dışlanmış gayri-kadınlar) kadınlarla birlikte çalışma kamplarına / kolonilere gönderilir. Kolonilerde tarım yapılır, kimyasal ve nükleer atıklar temizlenir ya da ceset yakılır. Kısaca kimsenin gitmek istemediği yerlerdir, gidenler de çok uzun yaşamaz. Hafif suçların cezası kolonilere gönderilmektir. Daha ağır suçlular idam edilip Duvar’ın çengellerine asılmaktadırlar. Kimi de ‘ortak-infaz’la cezalandırılır, bir nevi linç. Toplumda birliği arttırmak ve bastırılmış öfkenin dışavurumunu sağlamak için bu çok başarılı bir yöntemdir, ilerleyen dönemlerde başvurulma sıklığı arttırılır. Örnek olabileceği düşünülerek (vay be neler de yapılabiliyormuş demesinler diye) suçların halka açıklanmasından vazgeçilir.
Fakir erkekler; eşleri aynı zamanda hizmetçileri olan mavi, yeşil ve kırmızı çizgili giysili ekonokadınlarla birlikte yaşar, toplumun alt tabakasını oluştururlar. Kimi erkek de yalnızdır ve hizmet eder. Onların çalıştıkları yere göre giyinmeleri mümkündür.
Bir kısım erkek ‘Göz’ olur, ki bunlar bir nevi ajandır. Kim olduklarını ya da nerede olduklarını bilemezsin (Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’teki düşünce polisi misali. Hatta gizli mikrofonlar da benzerdir). Düzeni korurlar.
Erkeklerin bir kısmı da hala devam eden savaşta görev yapan ‘Muhafızlar’dır. Belli bir kıdeme eriştiklerinde komutanların beyaz giysili kızlarından yönetimce uygun görünenlerle evlendirilirler. İki tarafın da seçme şansı yoktur. Evlendirme merasimini genellikle anneler ayarlar.
Erkeklerin üst tabakası, yönetici konumundaki komutanlardır. Onlara da beyaz olarak verilmiş eşler, artık mavi giysiler kullanırlar. İlerleyen dönemlerde eşlerini seçenekler arasından kendileri belirlerler. Eşler evin tüm idaresinden sorumludur. Kadın toplumunun da en üst tabakasını oluştururlar.
Kanunlara göre yalnız kadınlar kısır olabilir, erkeklerin bir sorunu yoktur, bunu da belirtelim.
Komutanlardan çocuğu olanlar şanslıdır, ayinlere katılmak gibi şekilsel kıstasların yanında çocuk sahibi olmak da terfi sebebidir. Bazısının çocuğu ise yoktur. Bu durumda yine seçemedikleri damızlık kızlardan biri, iki yıllığına evine gönderilir. Damızlık kızların da üç komutana gitme hakları vardır; çocuk sahibi olamadıkları takdirde kolonilere gönderilirler. Sağlıklı bir doğum yaparlarsa kimsenin gözüne ilişmemek şartıyla şehirde yaşamalarına izin verilir, bebek komutanın eşinin olur tabii ki.
Komutanlar, eşlerinin gözetimi altında (gerçek manada), doğurgan olduğu umulan kırmızı giysili damızlık kızlardan çocuk sahibi olmaya çalışırlar. İsimsiz (Fred’in evinde çalıştığı sürede ismi Fredinki‘dir, orijinal metinde Offred) ana karakterimizin deyimiyle, buna başka bir isim vermek çok zordur. Kalan kadınlar ise, yeşil giysili hizmetçi Martha’lar ve damızlık kızların eğitim, gözetiminden sorumlu kahverengi giysili Teyze‘lerdir.
Hikayeyi ağzından dinlediğimiz Fredinki, eşi Luke ve kızıyla birlikte yaşadığını, düzen değiştiğinde kaçmaya çalıştıklarını, ancak başarılı olamadıklarını anlatır. Kızı muhtemelen yetiştirilip bir muhafıza eş olarak verilecektir. Kocasına ne olduğunu bilmez, erkek egemen düzenden nefret etse de günün birinde kocasının kendisini kurtaracağını, buluşacaklarını hayal eder.
Annesinin kolonilerden birinde olduğunu öğrenir. En yakın arkadaşı Moira, kendisi gibi yetiştirilmek için ‘Kırmızı Merkez’e getirilmiş ancak bir şekilde kaçmıştır. İlerleyen bölümlerde Moira ile anlatıcı karşılaşır, tüm isyankarlığına rağmen Moira’nın dahi düzenin çarkları arasında kaldığını, Jezebel’in yerindeki komutanlara hizmet veren gizli bir fuhuş evinde çalıştığını öğrenir.
Fredinkinin üçüncü ve son şansıdır. Kolonilere gitmek yerine damızlık kız olmayı seçmiştir. Neredeyse tüm hayatı beklemekle geçmektedir. Asıl beklediği kurtulmaktır, ama nasıl olacağını dahi bilmez. Bir nevi eğitim kurumu olan Kırmızı Merkez’de de beklemeyi öğretirler. Kendilerini duygusal olarak soyutlayıp cinselliği çağrıştıran her türlü bakış, söz, düşünceden sıyrılarak, sağlıklı bir doğum için kendilerini feda etmeleri gerektiği, bunun yolunun da beklemek olduğu anlatılır.
Anlatıcı, beklerken tüm ayrıntılara dikkat etmeyi öğrenmiştir. Hayat hızlıca akıp geçerken, eskiden, pek çok şeye dikkat etmediğini, ayrıntıları hatırlamadığını fark eder. Artık, izin verilen her şeyi gerçekten görüp işitip koklamaktadır. Dokunma ihtiyacı hisseder. Giysileri, kullanması zorunlu eşya ve alışveriş sepeti haricinde bir şey tutamaz. Tutkuya sebep olabilecek tek bir davranışa dahi izin yoktur. Kırmızı, uzun kollu, uzun elbiseler giyerler. Yüzlerinde peçe, gözlerinin iki yanında da beyaz kanatlar (at gözlüğü gibi) vardır. Tenlerinin görünmesi yasaktır. Neden kırmızıdır? Doğurganlığın rengi olduğu gibi, insanları yaklaşmamaları için uyardığını düşünür.
Fred, bir gün kendisine gizli bir çağrıda bulunur. Yakalanırsa cezalandırılacaktır, karşı çıkarsa da kolonilere gönderilebilir. Seçme şansı yoktur. Komutanın çalışma odasına gider. Komutan yalnız, artık yasak olan Scrabble oynamasını ve giderken öpmesini bekler. Görüşmeler devam eder. Şoför Nick, arabayı cilalıyorsa, şapkası da yan takılıysa Fredinki’nin gitmesi gerekir. Bunun karşılığında da imha edilmesi gereken dergilere bakmasına izin verilir, güzelleşmesi endişesiyle yoksun bırakıldığı el kremine sahip olur. Bu ziyaretlerinde kendinden önceki kızın da aynı şekilde odaya geldiğini, ancak intihar edince komutanın vicdan azabı duyduğunu öğrenir.
Bir gün komutan tiyatral bir elbise giymesini ister, gizlice dışarı çıkarlar. Komutanların girmesine izin verilen, hayat kadınlarının (hiçbiri doğurgan olmayan problemli kadınlar) bulunduğu bir otele giderler. Orada Moira’yla da karşılaşır. Gecenin sonunda komutanla başbaşa kalsalar da, ilişkileri öncekilerden pek farklı olmaz.
Bir kaç gün sonra, komutanın karısı, kızının resmine karşılık şoförleri Nick’le birlikte olmasını ister. Beklediği çocuğun kimden olduğunu umursamamaktadır. Yine mecburen kabul ettiğini söyler Fredinki. Sonrasında isyan ediyormuşçasına Nick’i ziyaretleri sıklaşır. Yakalanmaktan korksa da duramaz. Nick yalnız kabul eden konumundadır. Neredeyse hiç konuşmazlar.
Bir gün komutanın karısı, otele giderken giydiği pelerini bulup ruj lekesini fark eder. Kendisine ait kocasıyla paylaşabileceği her şeyi çaldığını söyleyip suçlar ve anlatıcıyı tehdit eder. Fredinki korkuyla beklerken Göz’lere ait siyah renkli araba kapıda görünür. Kendini öldürmek için geç kaldığını düşünen anlatıcı, Nick’in sözleriyle şüpheye düşer. Kapısına gelip yeraltı örgütü Mayday’den geldiğini, onlarla gitmesi gerektiğini söyleyip kaybolur. Çıkarken neden geldiklerini soran ‘Eş’e, gizli bilgileri ifşa ettiğini söylerler. Bu kez korkma sırası ev halkındadır.
Daha önce çarşıya birlikte gittiği damızlık kızdan bu gizli örgütü duymuş, ama kurtuluşa inanmamıştır. Anlatıcı tereddüt içinde araca biner ve hikayesi son bulur.
Hemen arkasından, hikayenin yıllar sonra araştırmacıların bulduğu bir ses kaydı olduğunu öğreniriz. Bir konferansta bununla ilgili sunum ve tahliller yapılır. Eksik bilgiler böylece tamamlanır, ama tabii anlatıcının sonunu öğrenemeyiz. Fred ve eşinin, anlatıcının gidişi üzerine yaşadıkları ise içimizi bir nebze serinletir.
Ayrıntılarla arada boğulsa da, hikayenin genel havasına çok uygun düşen ve kesinlikle kadın elinden çıktığı belli olan anlatım, kitabın en beğendiğim yönüydü. Geçmişe dönüşlerin, anlık olarak karakterin karşılaştığı olaylarla, nesnelerle senkronize bir şekilde ilerlemesi, hem merak duygusunu körüklüyor, hem insanı neler olduğunu anlamayamadığı için sinirlendiriyor. Özenle kurulmuş bir dünya, sıradan (anlatıcı) ve aykırı (Moira) iki kadının olaylara bakışı, hikayenin dili, sıradan yaşama dair saklı ayrıntılar birleşip bu hikayeyi okunmaya değer kılıyor.
Keyifli okumalar!
Kitaptan alıntılar: Afa yayınları, 1992 Ekim baskısından.