“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, George Orwell’ın en bilinen romanı olduğu gibi; bir nevi kehanet misali iktidar hırsının en uç noktasında doğabilecek bir geleceği tasvir eden, belki de ona yol gösteren bir kitaptır. 1948 yılında yazımı tamamlanmış, 1949 yılında basılmıştır.
Önce yazarımızı biraz tanıyalım.
George Orwell, asıl adı ile Eric Arthur Blair, 25 Haziran 1903’te Hindistan’da doğmuş, 21 Ocak 1950’de Londra’da ölmüştür. Babası Richard Blair, Hindistan Afyon Vekaleti’nde hükümet görevlisiydi (bazı kaynaklar sivil polis olduğunu söyler). 1904 yılında annesi Ida Mabel ve iki kız kardeşi ile birlikte İngiltere’ye döner. Babası sömürgedeki görevine devam eder, 1912 yılına kadar görüşmezler. Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra taşındıkları Shiplake’deki en yakın arkadaşı Jacintha’yla şiirler yazar, ünlü yazarları okurlar ve ona H. G. Wells’in “A Modern Utopia” eserine benzer bir kitap yazacağını söyler.
Yazar, 1917 yılında Kraliyet bursuyla Eton College’e başlar. Pek çok dergi çalışmasında yer alır, yayınlanan şiirleri olur. Burs kazanamadığı için ailesinin isteğiyle üniversite yerine 1922 yılında babası gibi Asya’ya giderek Burma’da askeri polis olarak çalışır (Bunun için de ciddi bir sınavdan geçer ve başarılı olur. Tembel değil yani yazarımız, oldukça da başarılı bir polis).
1927 yılında hastalığı nedeniyle evine döner ve istifa ederek yazarlık kariyerine başlar. İstifasında, sömürgeciliğe daha fazla hizmet etmek istememesinin de sebep olduğunu anlatır sonraları. Uygulanan şiddet ve eşitsizlik, emperyalizm hakkında hoşnutsuzluğa yol açmıştır. Burma’daki anılarını “Burmese Days” (Burma Günlükleri, 1934), “A Hanging” (1931) ve “Shooting an Elephant” (1936) isimli kitaplarında kaleme almıştır.
Yazar olabilmek için aynı yıl Londra’ya taşınır. Büyük buhrandan hemen öncesidir. İş bulamayınca zor şartlar altında yaşamak zorunda kalır. Kendi gibi insanların halini izlerken sosyalizm düşüncesinden etkilenmeye başlar. Orta sınıf insanın halini anlattığı, otobiyografik olduğu da söylenen “The Spike” ve devamı niteliğindeki “Down and Out in Paris and London” (Paris ve Londra’da Beş Parasız, 1933) romanını bu dönemden etkilenerek yazar. 1928 yılında Paris’e taşınır, bir kaç gazetede yazıları çıkar. Ama bu dönemde yazdığı romanları başarılı bulunmamış ve yayınlanmamıştır. Bu dönem 1929 yılında bronşit teşhisiyle hastaneye kaldırılana kadar sürer.
Çocukluğunda nefret ettiği “Eric, or, Little by Little” kitabı yüzünden ismini sevmemektedir. 40 £’luk avans karşılığında yayınlanan “Paris ve Londra’da Beş Parasız” adlı romanın ön sözünde anlatıldığına göre, Gollancz Yayınevi sahibi Victor Gollancz‘ın şart koştuğu, bazı isimlerin değiştirilmesi ve tüm küfürlerin silinmesi gibi koşulları kabul edip düzeltmeleri yaptıktan sonra, yayınevi sahibine kitabın takma adla yayınlanmasını yeğlediğini, böylece yitireceği bir ünü olmayacağını, kitabın tutulması ihtimalinde de aynı takma adı sürdüreceğini söyler. Yaşadığı sefaletin ailesini utandırmasını da böylece önler. Orwell, Britanya kırsalındaki bir nehrin adıdır. George ise, İngiltere’nin hamisi olan Aziz George’un da ismi olan tamamen ‘İngiliz’ bir isimdir. (Diğer seçenekler şunlardır; P. S. Burton, Kenneth Miles ve H. Lewis Allways)
1932 yılından sonra eğitim sektöründe çalışmaya başlar, çok kazanamasa da yazmaya devam eder. 1934’te hastalanınca yine ailesinin yanına döner ve aynı yıl “Burma Günleri”, 1935’te “A Clergyman’s Daughter” (Papazın Kızı) yayınlanır. 1936 yılı edebi kariyerinde bir dönüm noktasıdır, “Keep the Aspidistra Flying” (Zambak Solmasın) kitabı yayınlanır. Aynı yıl, üniversitede psikoloji eğitimi gören Eileen O’Shaughnessy ile evlenir.
Victor Gollancz’ın isteği üzerine Büyük buhranın işçiler üzerindeki etkisini gözlemlemek için Kuzey İngiltere’ye gider.1937 yılında maden işçilerinin hayatına dair bir araştırma olan “The Road to Wigan Pier”i (Wigan İskelesi Yolu) kaleme alır. Daha sonra Franko’nun birliklerine karşı çarpışmak üzere ve makalelerine malzeme toplamak üzere İspanya’ya gider. POUM (Marksist Birleşik İşçi Partisi) saflarına katılır, faşizme ve Stalin’in askerlerine karşı savaşır. Gırtlağından yaralanır ve Stalin’in infaz listesinde olduğunu öğrenip eşiyle birlikte kaçarak İngiltere’ye döner. Nekahat dönemini Fas’ta geçirir. Savaşta yaşadıklarını “Homage to Catalonia” (Katalonya’ya Selam, 1938) isimli kitabında anlatır.
1940’da Nazilere karşı savaşmak için Londra’ya döner, sağlık durumu nedeni ile orduya alınmaz. Naziler’e karşı sivil savunmayı örgütlemeye yardım eder. 1941’de BBC’de çalışmaya başlar, 1943’te ayrılır ve sol görüşlü “Tribune” dergisinin editörlüğüne başlar. Bu yıl “Animal Farm”ı (Hayvan Çiftliği) tamamlar, ama yayıncı bulamaz. Sovyetler Birliği ile ittifak sürerken kimse basmak istemez. Savaş bittikten sonra 1945’te İngiltere’de, 1946’da ABD’de yayınlanır.
1945 yılında eşini başarısız bir ameliyat sonrasında kaybeder. Evlat edindikleri oğulları Richard Horatio Blair’e dayanarak ayakta kalmaya çalışır. İskoçya’daki Jura adasına yerleşir ve kafasındaki en büyük eseri için çalışmaya başlar. Yevgeni Zamyatin’in “Biz” romanından da etkilenerek bir distopya yazmak istemektedir. Ömrü boyunca yanında olan ve o anlarda zirveye çıkan karamsarlığıyla bu kasvetli atmosferi çok kolay oluşturur.
Yoksulluk günlerinden yadigar hastalığına verem teşhisi konur. Romanının taslağını 1947 yılında hazırlar, hasta yatağında gözden geçirip 1948’de bitirir. Son eşi Sonia Brownell’la ölmeden üç ay evvel evlenir ve bir görüşe göre onu 1984 romanındaki Julia için model alır. 21 Ocak 1950’de ölür. Mezar taşında basitçe, doğum ve ölüm tarihleri ile “Eric Arthur Blair’ın anısına” yazmaktadır.
Orwell’ın gizli servislerle birlikte çalıştığına dair pek çok iddia bulunsa da resmî bir kayıt bulunmamaktadır. Zaman zaman buna ilişkin gizli servis arşivlerinden bilgiler çıksa da, özellikle soğuk savaş döneminde SSCB’ye karşı, yazarı yanlarında göstermek istedikleri için sahte olarak hazırlanmış olabilmeleri mümkündür. Yazarın da gizli servisler tarafından takip edildiği bilinmektedir, neticede o da bir sosyalisttir.
Orwell’ın “Bir devrime sahip olamazsiniz, devrimi (kendiniz) yaparsiniz!” sözleri, yayıncılar ve propaganda araçları tarafından “Devrim yapılamaz, devrim safiyane bir düştür ve yıkılmaya mahkumdur,” şekline çevrilmiştir. Ölümünden sonra da kitapları makaslanmış, örneğin CIA eliyle yaptırılan 1954 yılındaki ve hatta 1999 yılındaki “Animal Farm” animasyonlarının son bölümleri istek üzerine değiştirilmiştir.
1992 yılında ortaya çıkan ve aksi ispat edilemeyen belgelere göre Orwell, 1949 yılında, ölmeden kısa bir süre önce, tanıdığı gizli komünistlerin ve komünizm sempatizanlarını, güvenilmez kişiler olarak nitelenmek suretiyle dönemin istihbarat birimlerine bir liste halinde sunulduğu söylenmiştir.
Orwell hakkında olduğu gibi, 1984 romanı için de pek çok şey söylendiğini duymuşsunuzdur; özellikle sosyalizm ve faşizm karşıtı bir kitap olduğu yönünde. Büyük Birader’in görünüşünün Stalin, Goldstein’ın Troçki benzeri tasvir edilmesi bu konuda eldeki en büyük kanıt olmakla birlikte (tabii kendisinin bizzat açıklamaları da var), Orwell’ın yapmak istediğinin bundan çok daha fazlası olduğunu hissediyorsunuz.
Kitabı ve yazarı tarafsız olarak yorumlamak gerekirse, pek çok doğru öngörüde bulunduğunu, insan karakterine oldukça hakim olduğunu söylememiz gerekir. Nitekim, sosyalistlerin küçümsediği, liberallerin göklere çıkardığı bir eser var elimizde. Bireyin baskı karşısındaki tutumu romanda değerlendirilmesi gereken önemli noktalardan biri. Ya gitgide bağnazlaşırsınız, ya karşı çıkarsınız ya da umursamazsınız. Orwell bence bu konuda çok yerinde bir tespit yapıyor. İktidar araç değil, amaç olarak kullanıldığında, bireyin hiç bir önemi kalmaz. O’Brien gibi sistemin tepesindeki bir birey dahi, iktidarın içinde erir. Bu hali ile, Orwell’ın doğrudan sosyalizm, faşizm ya da kapitalizmi hedef aldığı kanaatinde değilim.
Benim şahsi kanaatim romanın güncelliğini korumasındaki en büyük sebep; Goldstein’ın da benzer şekilde söylediği gibi, iktidar savaşının, dolayısıyla yönetilmesi gereken bir çoğunluğun ve bunların arasında iktidarla aynı kanaatte olmayan (bastırılması arzulanan) bir kısmının her zaman var olacak olmasıdır. Sistemin adı, kullanılacak yöntemler (kitaptaki yöntemler günümüzün kapitalist devletlerinde de kitleleri etkilemek için kullanılmaktadır) önemli değildir. Baskı altında hisseden birileri mutlaka olacak, iktidarın amaç olarak kullanıldığına dair eleştirisini de yapacaktır. Dün, bugün ve gelecekte de bu, değişmez bir kural gibidir.
Asıl dikkat etmemiz gereken nokta; bireyselliğimizi, insani özelliklerimizi korumaktır. Winston’un umudunu proleterlere bağlamasının sebebi de budur. Makineleşmiş değil; vicdanlı, sağduyulu, hayattan zevk alarak yaşayacak toplumların mutluluğa sahip olabileceğini anlatır. Önemli olan mutluluk ve huzurdur. Bunun için de insan, bir diğerine muhtaçtır.
İnsan ve yoksullukla gerçek anlamda yüzleşmiş, idealleri uğruna kurşunlanmış, savaştan dönünce aynı ideallerin kötü ellerde (Stalin’in elinde) harap edildiğini görmüş bir adamın, insanlıktan umudunu kesmemiş olması bence önemli. Biz de pay biçelim.
Evet, bu kadar karamsar bir romandan bu kadar aydınlık bir çıkarım yapmak da benim işim.
Orwell kitabında, çok kapsamlı bir dünya ve sistem kurmuştur. İngsos felsefesini anlamak okumayı biraz zorlaştırsa da, özellikle çiftdüşün, geçmişi değiştirme ve yenisöylem ilkeleri dikkate değerdir. Benim dikkatimi en çok çeken, kolayca dil öğrenebilen yazarın, distopyasında dile verdiği önemdir. İnsanların nasıl düşüneceğini, konuştukları dil ile etkileyebileceğinize dair fikri çok doğru bir tespittir. Bugün dahi, kelime dağarcığı zayıf kişilerin hayal güçlerinin de zayıf olduğunu görüyoruz. Buradan özellikle çıkarmamız gereken dersler var.
Peki bu kurgu dünyanın ismi neden 1984?
1984 yılı, İbrani takvimine gore 5744’e tekabül eder. Takvim harflerle yazıldığından ve 5744 “imha edilme” anlamına gelen “tashmad” seklinde de okunabildiğinden, bu yılda bir felaket olabileceği söylentileri vardı. Tabii kitabın bu kehanetle bir ilgisi yok. Orwell başlangıçta, romanın 1980’de geçmesini kararlaştırmış, ama kitabın tamamlanması hastalığı nedeni ile uzadıkça önce 1982, daha sonra da 1984 olarak değiştirmiştir. Yazar, Julian Symons’a kitabın ismini şöyle açıklamış, “Kitabın yazımını 1948 yılında tamamladığım için, 1948’in son iki rakamının yerlerini değiştirmeye karar verdim.”
Şimdi kitabımızın kısa tutmaya çalıştığım özetine bir göz atalım.
1950’lerdeki nükleer savaşın ardından dünya üç büyük devlete bölünmüş ve hiç bitmeyen bir savaş başlamıştır. Winston Smith, Okyanusya ülkesinin Havaşeridibir (eski ismi Londra) şehrinde, Zafer konutlarındaki dairesine, Büyük Birader’in hep üstünde olan bakışları ve hiç kapanmayan tele-ekranın gözetimi altında girer. Yüzünden ne hissettiğini anlamak mümkün değildir. O ve 1984 (artık yılları kesin olarak takip etmek mümkün değildir ama) yılının tüm sakinleri öyledir aslında. Parti’nin kurallarına uymamak veya uymadığının düşünülmesi ve hatta bu kurallardan hoşlanılmadığı zannına yol açacak en ufak bir mimik bile tehlikelidir. Suç, yalnız eylemsel bir hareket olmaktan çıkmış, düşüncesuçu (suç işlemeyi veya Parti’nin telkin ettiklerinden farklı bir şeyi aklından geçirmek) ve yüzsuçu (düşüncesuçu işlediğini düşündürecek bir yüz ifadesi ya da bakışa sahip olmak) en ağır şekilde cezalandırılmaktadır.
Parti’nin en büyük düşmanı, Büyük Birader’in devrim arkadaşı, sonradan sapkın hale gelmiş olan Goldstein’dir. Dilden dile Kardeşlik isimli bir örgüt kurduğu ve Kitap isimli ideolojik bir kitabı olduğu söylenir. Varlığı şüpheli de olsa bazılarının düzeni değiştirmek için umudu olmuştur. Ama her gün zorunlu olan “iki dakikalık nefret” gösterisinde, çoğunluğun nefretine ve hakaretine maruz kalır.
Hayat şartları ağırdır. Hem Partililer hem proleterler (eğitimsiz, ideolojisiz, bilinçsiz halk) için. Sürekli değiştirilmesine rağmen, geçmişin ne kadar kötü olduğu anlatılıp insanlar bitmeyen bir savaşa rağmen bugün sahip olduklarıyla yetinmenin hoşnutluğunu duyarlar. Duymamaları suç değildir elbette, ama bunu ifade etmeleri suçtur. Ya da şikayet ettikleri Parti/Büyük Birader olamaz; savaş ve Avrasya’dır (ya da onunla barış imzalanmışsa Doğuasya’dır).
Parti gerçek anlamda mükemmeldir. Politikaları, öngörüleri, bütçe tahminleri hep doğrudur. Çünkü yazılı ve sözlü, kayıtlı her metin sürekli güncellenmektedir. Gerekli değişiklikler yapılır; eski sürümler iptal edilir, bellek deliklerine atılıp yakılır. Geçmiş değişebilir.
“Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar. Üstelik geçmiş, doğası gereği değiştirilebilir olmasına karşın, hiçbir zaman değiştirilmemişti. Şimdi gerçek olan, sonsuza dek gerçekti. Çok basitti. Tek gereken, kendi belleğinize karşı sonu gelmeyen zaferler kazanmanızda. “Gerçeklik denetimi” diyorlardı buna: Yenisöylem’de ise “çiftdüşün”.”
Parti, her şeyi bilmenizi istemez. Ama biliyorsanız da bunu farklı bir şekilde algılamanın mümkün olduğunu söyler. Zihninizle sürekli savaş halinde olmalısınız, aynı zamanda uzlaşmalısınız.
“Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Cahillik güçtür.”
Her şey dilde bitmektedir aslında. Dili değiştirebilirseniz, kültürü de, akıldan geçenleri ve böylece dünyayı değiştirebilirsiniz.
“Yenisöylem’in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşüncesuçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak.”
Tüm bunlar “İngsos” denilen parti politikasının bir parçasıdır. Yani; İngiliz sosyalizmi. Farklılıkları ortadan kaldırıp herkesi vatan aşığı ve topluma faydalı bireyler yapmaktan başka amaçları yoktur. Devrim, böylelikle nihai amacına ulaşacaktır.
Bu amaca da, toplumu bireylere bölerek, ancak asla yalnız bırakmayarak ulaşmaya çalışmaktadır. Evler ve sokaklarda asla kapatılamayan tele-ekranlar vardır, haftada bir kaç kez partiye karşı göreviniz gereği toplantılar, panellere katılırsınız. Uyumak dışında kolay kolay bir başınıza kalamazsınız. Aile kavramının da anlamı değişmiştir; ebeveynler evlatlarını severken, çocuklara ailelerine karşı dahi dikkatli olmayı, en ufak hatalarını partiye bildirmeyi öğretirler. Evinizde devrimin küçük ajanlarını beslersiniz. Her türlü kişisel ilişki yasaktır. Cinsellik dahi Parti’nin amacına uygun hale gelmiştir; ancak üremek için hoşgörülür. Eşinize asla gerçek anlamda sevgi duyamazsınız. Zaten eşiniz de buna uygun olarak seçilir. Parti, bastırılmış cinselliği doğru kanalize edip enerjiyi vatansever eylemler ile açığa çıkarır.
Kurallara uymayanlar, genellikle geceleri yataklarından alınıp götürülürler. Sonucu, buharlaştırma (hiç yaşamamış gibi varlığına dair tüm kayıtların ortadan kaldırılması) yolu ile olabileceği gibi ıslah (!) edilip suçlarını itiraf etmesinden sonra bir kaç huzurlu yılın ardından ortadan kaybolma şeklinde de olabilir. Bir de hafif suçlar için çalışma kampları vardır. Unutmadan, hiç bir suçlu sonuna kadar gizlenemez; çünkü tüm Partililer, hatta tahmin edemeyeceğiniz casuslar tarafından mutlaka izlenirsiniz ve ne zaman izlendiğinizi asla bilemezsiniz.
İşte Winston da, düşünmeye başladıktan sonra artık ölü bir adam olduğuna inansa da, mümkün olan en uzun süre boyunca yaşamak arzusundadır. Bu nedenle yüzünden ne düşündüğünü anlayamayız. Ama kendi evinde, bir başına, tele-ekrana sırtı dönük olduğu halde, neden dik oturduğunu ve dizinin üstüne gizlediği deftere yazı yazdığını anlayabiliriz. Defter almak da suç değildir aslında, ama deftere yazdıklarınız sonunuz olabilir.
Winston, Gerçek Bakanlığı’nın arşiv bölümünde çalışmaktadır. Çok azını tanıdığı çalışma arkadaşlarının çoğunun ne iş yaptığını dahi bilemez. Günlüğü neden tuttuğunu düşünürken aklına, yalnız iç parti üyesi olduğunu bildiği O’Brien gelir. Bir anlık bakışlarından, onun da kendisi gibi düşündüğü izlenimine kapılmış, yıllar önce rüyasında söylediği “Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız,” sözünün içinde doğurduğu umutla hareket etmektedir. Dost mu düşman mı olduğunu bilemez, yalnız konuşulacak biri olduğunu düşünür. “İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de.”
Bir gün, etrafında olmasından ürktüğü genç ve güzel bir yoldaşın, eline tutuşturduğu kağıtla hayatı değişir. Kağıtta, “Seni seviyorum,” yazıyordur. Gizlilik içinde buluşurlar ve yapabildikleri tek şekilde isyan ederler; birlikte olurlar. İlişkileri tüm imkansızlıklara rağmen devam eder. Winston’un defteri aldığı eskicinin üzerinde boş bir oda vardır. Eski tarzda döşenmiştir ve tele-ekran yoktur. Burayı kiralamaya karar verirler. Burada bulunabildikleri zamanlarda Winston, hem eski tarz bir yaşam sürer, hem Julia’nın hayata bakışını izleyerek geleceğe ve toplumsal olaylara ilgisiz halkın bağnazlığı, gözünde bir anlam kazanır. Bu durumun çok uzun sürmeyeceğini ikisi de bilir.
Bir gün O’Brien’dan bir işaret gelir; adresini vermiştir. Winston, bir şeylerin değişebileceğini umarak Julia’yla birlikte gider. Niyetlerini açıklarlar; Kardeşlik örgütüne katıldıkları bildirilir, Kitap gönderilir. “En iyi kitaplar insana zaten bildiklerini söyleyen kitaplardır.” Winston, sosyalizm adı altında Parti’nin ideolojisinin nasıl kullanıldığını okur. Ama neden bunun gerçekleştiğini anlayamaz. Ta ki sorulana kadar.
Yakalanırlar ve ıslah edilmek için Sevgi Bakanlığı’na götürülürler. Aylardan sonra Winston sorusunun cevabını alır; yalnız iktidarda kalmak için bu sistem kurulmuştur, başkaca ulvi bir amaç yoktur.
Yakalandıklarında Julia’yla birbirlerine diğerini aldatmayacaklarına, sevgilerini kaybetmeyeceklerine söz vermişlerdir; sözlerini tutamadıkları gibi salıverilmedikten önce “iki çarpı ikinin beş” olduğuna tüm benlikleriyle inanırlar.
Yalnız sosyalizm eleştirisi değildir okuyacağınız; iktidar hırsına değinir, düşünce özgürlüğü, dilin önemine dokunur, insan olmanın değerine bir bakış atarsınız. Daha sayamadığım pek çok şey…
Okuyun, düşünün efenim!
Kaynak:
George Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, Can Yayınları 2013