“A Clockwork Orange” (Otomatik Portakal) şüphesiz distopya edebiyatının ve Anthony Burgess’in en bilinen eserlerindendir. İlk kez 1962 yılında yayınlanmıştır. Yazım öyküsü pek meşhurdur; hatta Burgess, bu öykünün anlatılıp durmasından sıkıldığını söylemiştir.
Burgess’a 1959 yılında (41 yaşında) ameliyat edilemez bir beyin kanseri teşhisi konulur ve bir yıl ömür biçilir. O da ilk karısı Llewela “Lynne” Isherwood Jones’un kendisi öldükten sonra geçimini sağlayabilmesi için, bir yıl içinde beş buçuk roman yazar. Ancak sonra teşhisin yanlış olduğu anlaşılır (76 yaşında ölmüştür), tabii bu arada artık ünlü bir yazar olmuştur. İşin komik yanı, “Otomatik Portakal”dan yalnız 500 dolar kar etmiştir.
Eser, Amerika’da son bölümü olmaksızın yayınlanmış, Stanley Kubrick de film uyarlamasını bu basıma göre yapmıştır. Hatta, Burgess 1971’de yapılan uyarlamaya önceleri destek verirken, sonradan aklındaki filmin bu olmadığını söylemiştir (filmin aldığı eleştirilerden dolayı böyle söylemiş de olabilir). Ama esasen, film en iyi uyarlamalar arasında sayıldığı gibi kitabın ününde de neredeyse yarı yarıya pay sahibidir (Neden mi böyle söylüyorum? Kubrick’ten önce Andy Warhol tarafından 1965’te “Vinyl” adıyla çekildiğinde bu kadar etkili olmamıştır).
Vizyona girdiği yıl, suç oranları azalsa da, sonradan kopya cinayetlerin işlenmesi üzerine, film kapalı gişe oynadığı halde Kubrick’in isteği üzerine yayından kaldırılmıştır (Film şirketi Kubrick’in bir dediğini iki etmemiş, ilginç!). Sonrasında da uzun yıllar yasaklı kalmıştır. Ülkemizde de 1995 yılında vizyona girebilmiştir.
Yine, kitapla ilgili küçük bir anekdotu da paylaşarak yazarın hayatına geçiş yapalım. Yazarın eşi Lynne de, Londra dışında konaklamış Amerikan Ordusu askerleri tarafından kitaptaki gibi tecavüze uğramış ve çocuğunu düşürmüştür. Çok acı bir ilham olmalı!
Burgess, roman yazarı, şair, oyun yazarı, gezi yazarı, senarist, besteci, eleştirmen, dil bilimci, eğitmen, gazeteci ve çevirmen olarak tanınmaktadır.
Asıl adı John Burgess Wilson olan İngiliz yazar, 25 Şubat 1917’de doğmuş, 22 Kasım 1993’de hayatını kaybetmiştir. Katolik bir aileden gelir. Joseph ve Elizabeth Wilson çiftinin iki çocuğundan biridir. Annesi 30 yaşında zatürreden ölür, kız kardeşi Muriel de dört gün önce aynı sebepten ölmüştür. Bu nedenle Burgess, babasının kendisini suçladığını düşünür. Babası yeniden evlenene kadar teyzesiyle yaşar.
Çocukluk yıllarında; “John”, “Little John” ve “Johny Eaggle” olarak çağırılır. Bunun üzerine ismine Anthony de eklenir ve yazarken de bu ismi kullanır.
Başlarda müzikle ilgilenmez. Ta ki, ev yapımı radyosunda dinlediği Claude Debussy’nin “Prélude à l’après-midi d’un faune” isimli eserine kadar. Bu anın rüya gibi bir an olduğunu söylemiştir sonraları. 14 yaşında kendi kendine piyano çalmayı öğrenmiş ve müzik üzerine eğitim almak istemiş, ancak notları yeterli olmadığı için Manchester Üniversitesi‘nde İngiliz Edebiyatı ve Sesbilim öğrenimi görmüştür. Bir senfoni de dahil olmak üzere pek çok bestesi bulunmaktadır.
1940-1946 arasında İngiliz ordusunda yer almış, eşi Lynne bu dönemde bebeğini kaybetmiştir. Yazar, başçavuş rütbesiyle ordudan ayrılmıştır. 1946-1950 yılları arasında Birmingham Üniversitesi‘nde öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. 1954’ten 1959’a kadar Malaya ve Brunei’de Eğitim Bakanlığı görevlisi olarak çalışmıştır. Malaya’daki çocuklara kültürle birlikte dili de öğretebilecek nitelikte “English Literature” isimli bir de kitap yazmıştır.
Yine, Malaya senfonisini burada bestelemiş, ilk romanlarını da burada yazmıştır. (Malaya üçlemesi de denen: “Time for a Tiger” -1956-, “The Enemy in the Blanket” -1958- ve “Beds in the East” -1959-)
41 yaşında İngiltere’ye dönmüş ve yanlış teşhis sonucu hızlı edebi yaşantısına giriş yapmış, modernizm akımının önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Çok üretken bir yazardır. Hatta sözlükten seçtiği kelimelere göre (aleatory / şansa bağlı olarak) roman yazdığı bile söylenir.
1963’te tanıştığı, kendisinden 12 yaş küçük olan İtalyan çevirmen Liliana Macelleri ile, eşi Lynne 1968 yılında sirozdan öldükten altı ay sonra evlenir. Sık sık seyahat ederler ve hatta bazen Lilian araba sürerken Burgess yazar.
İki yıl Amerika’daki Princeton Üniversitesi‘nde profesör olarak çalışır. Kanser olduğunu öğrenince doğduğu Twickenham‘a döner ve orada ölür. Cenazesi yakılır, anı taşında “Abba Abba” yazmaktadır. Pek çok anlamı vardır; Aramice, Arapça ve diğer semitik dillerde “Baba Baba” anlamına gelmektedir. 22. romanı da aynı ismi taşır.
Yeniden edebi kariyerine dönersek; yazar ilk romanlarında, İngiliz kolonisi olan Malaya’da karşılaştığı batı ve doğu kültür uyuşmazlıklarını irdelerken, 1961 yılında Sovyetler Birliği’ne yaptığı ziyaretten ve izlediği komünist rejimden etkilenerek “Otomatik Portakal”daki totaliter dünyayı yaratmıştır. Bir röportajında şöyle der:
“Otomatik Portakal’da anlattığım aslında tam o dönemlerde (1960’ların başı) yaşananlardı. Sadece araya biraz masal koydum. Gelecek hakkında yazmak istiyorsanız, o günlerde olanları hayal gücünüzle birleştirmeniz yeterli.”
Bilim-kurgu olarak da nitelendirilen “Otomatik Portakal”, 21 (3×7) bölümden oluşur. Ancak ilk Amerikan baskılarında son bölüm eklenmemiştir. Yazar, ekonomik şartlar nedeniyle bunu kabul etmiş, Kubrick’in uyarlaması da bu basım dikkate alınarak çekilmiştir, Alex’in büyüdüğü bölüm filmde yoktur. Olmaması bir kayıp mıdır? Burgess’in ellerinden çıkıp Kubrick’in ölümsüz bir eseri halini alan filmde, onun final yorumuyla belki daha vurucu bir bitiş sağlanmıştır. Tabii renkler ve zevkler tartışılmaz.
Yazar, 21 rakamını da özellikle seçmiştir; bireyin olgunlaştığını düşündüğü yaşı ve o dönemde İngiltere’deki oy verme yaşını dikkate almıştır. (Ayrıntı, ayrıntı, ayrıntı!)
Gelelim romanın en önemli özelliklerinden biri olan diline. Yazarın Rusça’ya benzer şekilde yarattığı (kitabın Rusya bağlantısına yukarıda değinmiştik) “Nadsat” dili oldukça dikkat çekicidir. Genellikle Slav kökenli kelimelerden oluşan bu dil, Alex ve arkadaşları tarafından kullanılan sokak dili / argonun ismidir. Yazar, romanı yazarken neredeyse yeni bir dil yaratmıştır. Hatta internette, bu dilin tercümesini yapan sayfalar dahi bulunmaktadır. Yazarın gerçekten de pek çok dile hakim olduğunu, multilanguange kabul edildiğini de sırası gelmişken söyleyelim. Yine tekrarlanan sözcükler (welly welly welly well gibi) Nadsat dilinin en belirgin özelliklerindendir. Hatta yeri gelmişken esas oğlan / anti kahraman Alex’in ismine de bir bakalım. Büyük Alexander yani Büyük İskender’in vahşetine bir gönderme olarak kabul edilebileceği gibi, kelime (a-lex) Latince’de ayrıca bir anlama sahiptir: “a” eki Latince’de olumsuzluk verir, (bizdeki Farsça kökenli “na-” ön eki gibi; namevcut, namüsait…) “lex” ise Latince “kanun” demektir ki, bu da “A Lex” kelimesine “kanunsuz” anlamı verir. Anlatım gücünü ve dildeki titizliği ifade edebilmişimdir umarım!
Şimdi gelelim portakal nasıl oluyor da otomatik oluyor? Yazar bunu şöyle anlatıyor:
“Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. “Queer as clockwork orange”. Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya’da “canlı” anlamına gelen “orang” sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm…”
Şimdi gayet net. Değil mi?
Ayrıca yazar kitabı hakkında da şöyle demiştir (romandaki yazar da benzer cümlelerle “Otomatik Portakal” isimli kitabının açılışını yapar).
“Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum…”
Kitap düz mantıkla okunduğunda; “eden bulur” gibi bir anlama sahip olsa da pek çok alt metne sahiptir. Yazarın sonradan, Alex gibilerinin ortadan kaldırılması halinde toplumda huzurun sağlanabileceğini söylediği iddia edilmektedir. Biraz karışık bir mesaj olmuş gibi; özgür iradeye evet, kötülere hayır! (?)
Artık konumuza yazarın üç ana bölüme başladığı gibi başlayalım.
“Eee, ne olacak şimdi ha?”
Alex DeLarge, kankaları Georgie, Pete ve Dim (bir çevirisinde Aptalof olarak geçer. Dim de aptal demektir. Çevirmenlerin işi bir hayli zor) ile Korova Süt Barında oturup katkılı sütlerini içmektedirler (sütün bile masumiyeti kalmamıştır). Akşam ne yapacaklarını düşünürler. Alex, en küçükleri olmasına rağmen liderdir. “Dışarı, dışarı, dışarı” der ve ekibi dışarı çıkarır.
Kütüphaneden çıkan bir “moruğu marizlerler”, bir dükkan soyarlar, rakip gruplardan Billy Boy ve kankalarıyla şiddetli bir mücadeleye tutuşurlar. Ancak bu henüz gecenin başlangıcıdır.
Çaldıkları arabayla gezerken “home” tabelalı bir eve rastlarlar. Evin hanımının merhameti nedeniyle içeri girer, kırıp dökerler. Evdeki yazar da “Otomatik Portakal” isimli bir kitap yazmaktadır. Alex saçma bulur, taslağı parçalar. Grup üyeleri yazarın eşine tecavüz ederler. Tüm bunları sadece zevk aldıkları için yaparlar.
Alex, özgür iradeyle seçilen kötülüğün zoraki iyilikten üstün olduğunu savunur. Belki de, pek çok karakterin dillendirildiği üzere, romanın ana fikri budur.
Şiddet her yerde mevcuttur. Alex, yıldızlarda ne olduğunu merak eden Dim’e şöyle der: “Birileri bıçaklanıyor, birileri de bıçaklıyordur.” Şiddetten kaçamazsınız ey kardeşlerim; insanın olduğu her yerde şiddet vardır.
Sonrasında liderlik tartışmaları baş gösterir. Kavga ederler, Alex kendini ispatladığını düşünür. Ertesi gün buluşmak üzere ayrılırlar.
Geceleri polis devriyesi azdır ve sokaklarda ölçüsüz şiddet kol gezmektedir. Alex, gündüzlerin “moruklara”, gecelerin ise gençlere ait olduğunu söyler. Okula gitmeyen herkes çalışmak zorundadır. Gündüz çalışan yaşlılar, sokağın tehlikelerinden kaçıp ortak yayın yapan dünya kanallarını izlemektedirler.
Rahatsız ettikleri bir yaşlının serzenişi ilginçtir: “Millet aya çıkıyor ve dünyanın çevresinde lamba görmüş tatarcık misali fırıl fırıl dönüyor, ama yeryüzünde artık kanuna ve nizama aldıran yok.”
Alex’in evinde ailesiyle tanışırız. On beş yaşındaki çocuklarından ölesiye korkmaktadırlar. Harçlık istemediği ve korktuğu için babası, geceleri oğlunun nereye gittiğini bile soramaz. Sevgi ya da saygı yoktur aralarında. Annesi kitaptaki tüm kadın karakterler gibi sulu gözlü, pasif, değersiz biridir (hatta kitapta annesi dışında dikkate değer bir kadın karakter yoktur. Ancak iyiliği seçince kadınlar hayatında olumlu anlamda yer bulacaktır). Odasına geçer ve aptal değil bilakis zeki ve zevk sahibi olduğunu gösteren hamlesini yapar. Klasik müzik sevmektedir ve bu konuda oldukça bilgilidir. Rafine zevkleri olan burjuva sınıfına ait bir beyefendi olarak bile kabul edilebilir. Tabii kötülüğü daha sinsice olabilseydi.
Her neyse! Sonrasında akşama kadar iki kızı eve getirir, kendi deyimiyle onları “eğitir”, akşam dışarı çıktığında kankaları kapıda bekliyordur. Sadece seni merak ettik, derler. Hırsızlık yapmak istediklerini söylerler. Her lider, kankalarının isteklerini ne zaman kabul edeceğini bilir. Gün bugündür.
Gittikleri evde, Alex kendini göstermek için giriş yolunu tek başına bulur, soygunu da tek başına gerçekleştirebileceğini kanıtlamak isterken kedileriyle yaşayan ev sahibi kadın ölür. Siren seslerini duyup kaçmak isterken, kankası Dim’in iyi kullandığı zincir, gözleriyle buluşur. Kankalarının ihanetine uğramıştır. Polislere de söyler ama inandıramaz. En sonunda öfkelenip tüm yaptıklarını itiraf eder ve 14 yıl ceza alır. Annesi ve babası “ühü ühü ühü” yaparlar.
Cezaevinde pek çok sapık ve kötü adam vardır. Bu arada eski kankası Georgie’nin öldüğünü öğrenir. Cezaevine gireli iki ay olsa da ‘İlahi adalet’ diye düşünür. (!)
Cezaevi papazının gözüne girip vaazlarda müziği ayarlar, İncil okur. Ama o da, diğer mahkumlar da, yalnız cezalandırıcı bir dinin tehditlerine kulak asmazlar. Kötünün yalnız bunlarla ıslah edilemeyeceğini anlatır mütevazı anlatıcımız.
Alex, Papaz’dan yeni bir tedavi hakkında bilgi ister. Cezaevinden çıkmasını ve bir daha girmemesini sağlayacağını duymuştur. “Ludovico tekniği”ni özgür iradeyi ortadan kaldırdığı için onaylamayan papaz bir cevap vermez. Ama Alex, hücre kankalarıyla giriştiği ve yine üstüne kalan bir şiddet eylemi sonrasında dikkatleri çeker ve bu deneye seçilir.
Her şey çok güzeldir başta. Temiz, nezih bir ortam, güzel yemekler… Alex iki hafta sonra çıkacağını duyunca heyecanlanır. Ama tedaviye başladıklarında durumun hiç de öyle olmadığını çakozlar. Sansürsüz şiddet sahneleri izletiyorlardır ve gözünü kapatma, başını çevirme şansı yoktur. İşin içine bir de “Beethoven’ın Dokuzuncu Sonatı” girdiğinde şiddet ve duygusal her müziğin kendini hasta ettiğini fark eder.
Deney sona erdiğinde, Alex ve deneyin sonucunu öğrenmeye gelen ilgili ve etkili izleyiciler şunu öğrenir, Alex artık kötülük yapamıyor, kötü dahi düşünemiyordur. Hastalanmamak için ancak tersine eylemler yapmalıdır.
Bir sineği öldürmeyi düşünmek bile midesini bulandırır. Onun şeker yediğini ve etrafta özgürce uçtuğunu düşününce hastalığını savabilir. Tekmelemek istediği adamın çizmesini yalar, karşısına çıkartılan güzel kadının ayaklarının altına paspas olmayı teklif eder. Cebinde boğazkeseni olmasına rağmen başka türlüsü gelmez elinden.
Papaz şöyle der; iyi insanların kötülük karşısında duyduğu manevi acıyı Alex fiziksel olarak çekmektedir. Aynen böyledir. Alex’i başarılı ıslah örneği olarak gazetelere manşet yapıp sokağa bırakırlar. İki yıl sonra özgürdür. Öyle midir?
Başta nefret ettiğimiz Alex’e olan hislerimizi sorgularız başına gelenleri okuduğumuzda. Değişen Alex değildir. Öyleyse nedir?
Savunmasızdır, ezilir bükülür; ‘şiddete karşı koyamadığı için’ şiddet görür. Evde de ailesi onun odasına kiracı almıştır ve peşin aldıkları kira nedeniyle odadan çıkartmayacaklarını söylemektedirler. Ölmek ister.
Acısız ve temiz bir ölüm yöntemi öğrenmek için kütüphaneye gider. İlk bölümde “marizledikleri” ihtiyar buradadır. Onu tanır ve yırttığı kitapların ve attığı dayağın intikamını almak için tüm yaşlılarla üzerine saldırır. Alex, intikamdan kaçamaz, savunamaz da kendini; ancak polis kurtarır.
Artık gece devriyeleri artmıştır. Yeni politika gereği, şiddetli yöntemler kullanan polisler sokakları korumaktadır. Yaşlıları savuşturan polisler, Alex’e tanıdık gelir: Dim ve Billy boy! Güzelce dövüp eski kankaları Alex’i şehir dışına atarlar. Lezzetli bir intikam için güç gerekir.
Tesadüfen “Home”a gelir yeniden. Yazar tanımaz, polis şiddetinden kaçan bir zavallı olarak ağırlar. Karısı ölmüş, o da hafiften kafayı sıyırmış, kendini hükümeti devirmeye adamıştır. Aradığı fırsat da ayağına gelen Alex’tir. Bu arada yazarın adı da F. Alexander’dır.
Ona bir yuva sıcaklığı verdikten sonra, Alex’i hatırlar gibi olmuştur. Ama amaçlarını gerçekleştirene kadar gerçekten tanıdığından söz edilmez. Arkadaşları ve yazar Alex’i hükümete karşı kullanmak istemektedirler, politikalarının yanlışlığının ispatı olacaktır.
Yerleştirdikleri evde tahammül edemediği müzikle baş başa bıraktıklarında Alex ölümü seçer. Belki de F. Alexander eşinin katilini tanımıştır; onun intikam yolu da, kurbanın zayıflığını kullanmaktır. Tabii bir de, siyaset birey hayatından üstündür.
Ama Alex ölmez. İlginç bir şekilde iyileşir, gerçekten iyileşir.
Ailesi geri gel der, “İş işleri ya da iç işleri” bakanı, sen bizim sembolümüzsün, iş, maaş artı müsamaha, der. Alex sokaklara döner. Alex, eski Alex mi olacaktır? İntikam sırası yer mi değiştirmiştir? Eden bulmuş mudur? Özgür irade tüm borçları kapatır mı?
Film burda biter. Kitap ise devam eder.
Alex artık 19 yaşındadır. Sevdiği işte çalışıp iyi maaş almaktadır. Kazandığı parayı eskisi kadar rahat harcayamaz ama yeni kankaları vardır.
Yeni kankalar, Alex’in cebinden çıkan bebek resmine bakıp gülerler. Alex, arkadaşlarını yine “dışarı dışarı dışarı” çıkarır ama bu kez farklı hissediyordur. Artık işleri kankalarına yaptırır, eskisi gibi şiddetten haz almaz. Alkol ve soygun teklifini reddedip gece tek tabanca takılmak istediğini söyler. Canı sütlü güzel bir çay istemiştir.
Girdiği çay evinde eski kankası Pete’le karşılaşır. Pete evlenmiştir.
Alex, sorununu çözer; evlenmek ve düzenli bir hayat sürmek istemektedir, yani büyümüştür. Hatta bir oğlu olmasını ister. Oğlunun da kendisi gibi hatalar yapacağını, onu durdurmak için hiçbir şey yapamayacağını düşünür; bu düzen böyle devam edecektir.
Buna rağmen Alex’in ertesi günkü ilk işi, evlenebileceği kızı aramaktır. Bu kez iyi olmayı seçer. Zaten Alex’in de dediği gibi sorumluluk sahibi olması gerekenler yetişkinlerdir. O da yetişkin olma yolundadır.
Yazar, sistemin bizi dönüştürdüğü otomatik bireylere, dinin cezalandırıcı söylemlerinin bireyi değiştiremeyeceğine, toplumun kötülüğe, kendine bulaşmadıkça takındığı umursamaz tavra, özgür iradenin her şeyin üstünde olduğuna, iyiliğin tercih edilebilen bir olgu olduğuna dair vaazlarını verir ve bitirir romanını.
Tabii yalnız bunlar değil derinden verilen mesajlar. Okuyup kalanlarını keşfetmek de size kalsın. Keyifli okumalar!
Kaynaklar:
Anthony Burgess, “Otomatik Portakal”, İş Bankası Kültür yayınları Modern Klasikler Dizisi, 2007