Konu yirminci yüzyılın başlıca “kara ütopya” (distopya, en: dystopia) veya “karşı-ütopya” (en: anti-utopia) romanlarından açıldığında, Aldous Huxley‘nin 1932’de yayınlanan kült bilim-kurgu romanı “Brave New World”ün (Cesur Yeni Dünya); Yevgeniy Zamyatin’in “My”ı, (Biz, en: We; 1920-21), Arthur Koestler’in “Sonnenfinsternis”i (Gün Ortasında Karanlık, en: Darkness at Noon; 1940) ve George Orwell’in “Nineteen Eighty-Four”u (Bin Dokuz Yüz Seksen Dört; 1949) ile birlikte türünün en önemli örneği olarak kabul edilmesinde şaşırılacak hiçbir şey yok. Bu kabulde, yayınlandığı dönemde dünyanın içinde bulunduğu ve romanın okuyucu üzerindeki tesirini de son derece artıran, politik ve sosyolojik tablonun oldukça etkili olduğuna inanmak için geçerli sebepler varsa da; “Cesur Yeni Dünya”nın gerek edebi, gerek kurgusal açıdan başarısı tartışılmaz bir gerçek.
Cesur Yeni Dünya, Huxley’in beşinci romanı ve ilk distopya çalışmasıdır. Buna rağmen hem edebiyat dünyasında, hem de popüler kültürde o derece etkili olmuştur ki orijinali William Shakespeare‘in “The Tempest” (Fırtına; gösterim tarihi: 1611) perde V, sahne I’deki Miranda‘nın repliklerinden alınan isminin, bugün fazlasıyla modern olmasının yanında saçma ve gülünç görünen veya bireylerin kişisel özgürlüğünü kısıtlama potansiyeli taşıyabilecek her türlü gelişmeyi hicveden bir anlam kazanmış durumdadır.
O wonder!
How many goodly creatures are there here!
How beauteous mankind is!
O brave new world,
That has such people in’t!
Can Yücel Çevirisi:
Bunca yakışıklı varlık varıp gelmiş buraya!
Ne güzel şeymiş meğer insanlık!
Böyle dünyalıları olan,
Yaşasın bu yaman, bu cesur yeni dünya!
Ama kitabın analizine geçmeden önce dünyanın en ünlü distopya romanlarından birinin nasıl yazıldığına ve bu sürecin perde arkasında neler döndüğüne bir göz atalım.
Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya’da H. G. Wells‘in “A Modern Utopia” (1905) ve “Men Like Gods” (1923) gibi ütopyalarından esinlendiğini, geleceğin imkanlarına dair bu ümit dolu vizyonunun o romanların bir parodisini yazma fikri verdiğini söyler. İlerleyen zamanlarda da Wells’in ‘etkin, iyimser, buluşçu, yenilikçi ve iyi huylu’ vatandaşlarla dolu tozpembe ütopyaları ile alay ederek onları “Wellsce” olarak tanımlamıştır. Cesur Yeni Dünya ile ilgili Mrs. Arthur Goldsmith‘e (Amerikalı bir ahbabı) yazdığı mektupta ise “başlarda H. G. Wells’in bir bacağından çekiştirerek biraz eğlendiğini, ama zamanla kendi fikirlerinin heyecanına kapıldığını” ifade etmiştir. Öğrencisi ve çağdaşı George Orwell ise Huxley’in Cesur Yeni Dünya’da kısmen Yevgeny Zamyatin’in “Biz”inden esinlendiğine savunmaktaydı. Buna rağmen, Huxley 1962 tarihli bir mektubunda Cesur Yeni Dünya’yı “Biz”i duymadan çok önce yazdığını söylemiştir. “Biz”in çevirmeni Natasha Randall‘e göre Orwell, Huxley’in yalan söylediğine inanıyordu. Ayrıca Cesur Yeni Dünya’daki bilimsel fütürizminin J. B. S. Haldane‘in “Daedalus; or, Science and the Future” (1924) adlı kitabından alındığı da düşünülür.
Zamanının en popüler iyimser ütopik romanlarından farklı olarak, Huxley geleceği hayli ürkütücü bir biçimde görüyor; yine Wells’in “The Sleeper Awakes” (Efendi Uyanıyor; 1910) romanı ve D. H. Lawrence‘in eserlerinden hareketle, Cesur Yeni Dünya’dan “olumsuz bir ütopya” şeklinde bahsediyordu. Bu olumsuz ütopya, yani distopyanın gerçek dünyadaki esin kaynağı ise ilk kez 1926’da ziyaret ettiği Amerika’ydı. Ama Aldous Huxley, Amerika’nın gelişimine ilgi duyan tek entellektüel değildi ve bu ilgi de seyahati ile başlamamıştı. Ağustos 1918’de erkek kardeşi Julian Huxley’e yazdığı mektupta I. Dünya Savaşı’nın en kötü sonuçlarından birinin “Amerika’nın dünya egemenliğinin kaçınılmaz hızlanışı” olacağını söylüyordu. Savaşın Kasım 1918’de Amerikan tanklarının Almanlar’ı püskürtmesiyle nihayete ermesi, Avrupa’da Amerika’ya karşı duyulan endişeyi beslemişti. 1920’ler, önceki yüzyılda Fanny Trolope’un “Domestic Manners of the Americans”ıyla (1832), Charles Dickens’ın “American Notes”uyla (1842) ve Alexis Tocqueville’in “Democracy in America”yla (Amerika’da Demokrasi; 1835) örneğini verdiğini Amerika’yı kötüleme modasının yeniden canlanış dönemiydi.
Huxley’in Amerika gezisi işte bu atmosferde gerçekleşmiş ve Henry Ford’un “My Life and Work” (Yaşamım ve Eserlerim; 1922) adlı kitabını da Amerika yolculuğu sırasında gemide keşfetmişti. “O yılın sonunda yayınladığı “Jesting Pilate”in (1926) son bölümü anlamsız filmlerin, boş bakışlı ve “etine dolgun” genç kızların, “barbar” cazın ve kendi deyimiyle “Korkutucu Mutluluğun Şehri” olan Los Angeles’ta karşılaştığı bitmez tükenmez enerjinin eğlenceli bir yergisidir” der, Cesur Yeni Dünya için yazdığı sonsözde David Bradshaw. Cesur Yeni Dünya’da da aynı boş bakışlı etine dolgun genç kızları, aynı sarhoş edici müziği, aynı ürkütücü mutlu şehirleri gördüğümüzden, doğrusu bu bağlantıları inkar etmek mümkün olmuyor.
H. G. Wells’i ütopyalarından dolayı bunca eleştirmesine rağmen, Huxley’in ondan her bakımdan farklı olduğunu söylemek biraz zor. Zira bu iki yazarın ortak fikirleri vardı ve bunlar son derece keskin fikirlerdi; parlamenter demokrasiyi hor görmek gibi. Hem Wells, hem Huxley, toplumun seçkin bir grup tarafından kontrol edilen zihinsel yetkinlik hiyerarşisiyle düzenlenmesi gerektiği inancını paylaşıyorlardı. Ekim 1929’da Wall Street’in çöküşü (Büyük Buhran, en: Great Depression) ve bunun peşinden 1931’de İngiltere’de yaşanan maddi kriz, onu istikrarın “temel ve nihai ihtiyaç” olduğunu iddia etmeye yönlendirmişti. Huxley kısa süre sonra da geleneksel politikaya ilişkin ümitsizliğinin en derin noktasına ulaştı ve çoğu çağdaşı gibi, parlamenter demokrasiden vazgeçip, “bizi rasyonel bir öngörünün gereklerini yapmaya ve bu doğrultuda zahmete girmeye zorlayacak kişiler tarafından” yönetilmenin gerekliliğini savunmaya başladı. Cesur Yeni Dünya’yı yazdığı 1931 yılı boyunca da bu görüşlerini farklı mecralarda dile getirmiştir.
Cesur Yeni Dünya, “bu istikrar yılında, F.S. 632’de”, yani Amerikan araba üreticisi Henry Ford’un (1863-1947) 632 yıl sonrasında geçer. Romana göre Yeni Dünya‘nın miladı, Ford’un çok başarılı olan T Modeli‘ni (1908-1927) üretmesidir. Konuya ilgisi olanların da iyi bileceği gibi; T Modeli, seri üretim teknikleriyle üretilmiş ilk otomobildi. Bugün sadece tarihi filmlerde görebildiğimiz bu model, bir zamanlar o kadar popülerdi ki hala dünyanın en çok satan otomobilleri sıralamasında ilk üçteki yerini koruyor. Bu popülaritesini ise arabanın bir ürün olarak başarısına değil, oldukça ilginç bir takım ekonomik ve sosyolojik fenomene borçlu.
Ford’un T modeli ile başlattığı standart toplu üretim yöntemi kabaca şöyleydi: ürünü oluşturacak parçalar bir üretim bandı üzerinde ilerler, işçi görevi ile ilgili parça bantta önüne geldiğinde montajını yapar ve tamamlanmamış ürün diğer parçalarının monte edilmesi için bir sonraki işçiye doğru yoluna devam eder. Üretimdeki bu yaklaşım Fordizm denilen sosyo-ekonomik sistemin de temelinde yatan iki şeyden biridir. Diğeri ise fabrikanın ürettiği arabaların işçileri tarafından da alınmasının sağlanmasıdır.
Bu toplu üretim yöntemi, işçinin fabrikada çalıştığı süre boyunca aynı işi defalarca, dolayısıyla da hızlı ve hatasız yapmasını sağladığından üretimi hızlandırmış ve T modele eşi görülmemiş bir başarı kazandırmıştı. Ancak yapılacak işi son derece basite indirgediğinden her bir işçinin adeta hayvan-makine arası bir şekilde çalışmasını öngörüyordu ki, bu da işçiyi değersizleştiriyordu. Diğer yandan Henry Ford, ürettiği arabaları işçilerine de satabilmek için maaşları oldukça yüksek tutardı; yani Ford, döngünün sonunda verdiğini geri alıyordu. (“Kumarhane her zaman kazanır” prensibinin işletmelere uyarlanmış haline benzemiyor mu sizce de?)
Henry Ford’un “Birini işe aldığımda ihtiyacım olan şey sadece iki eldir, ancak yanında hep bir de beyin gelir.” diyerek özetlediği standart üretim ve “Her işçim arabasını seçmekte özgürdür, ama siyah T modeli almak kaydıyla.” diyerek öncülüğünü yaptığı toplu tüketim, selefi Taylorizm ile birlikte, işçinin kendine yabancılaşması olgusunun da başıdır. Bir dönem Huxley’in de üyesi olduğu Bloomsbury Grubu‘nda da bulunan İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes‘in ünlü Keynesyen Ekonomi teorisi ise devletin bu denklemdeki rolünü tanımlar. Sonuç olarak işçi sınıfı, hem tüketebilecek bir gelire sahiptir hem de sistemden memnun görünür. Ve Fordizm’in bu yönü kapitalizmin -Marx’ın beklentilerinin aksine- 1970’lere kadarki önü alınamaz yükselişinin gerçek sebebidir.
Huxley’in Cesur Yeni Dünya‘sı, sansasyonel ve ipe sapa gelmez fantezilerle dolu bir kurgudan çok, gerçekte olanların karikatürleştirilmiş bir versiyonuydu ve dönemin ekonomik ve sosyolojik değişimden besleniyordu. Hatta bilimsel gelişmeler de bu değişimin dışında değildi. Örneğin; romanın diğer bir konusu olan öjenik (genetik uygulaması aracılığıyla insan nüfusunun karakteristik özelliklerini geliştirmenin yollarını araştıran sistem, en: eugenics), o dönemde oldukça popüler bir araştırma konusuydu. Fakat öjeniğin ne olduğuna geçmeden önce, romanda tekrar dönelim ve F.S. 632’de bıraktığımız Yeni Dünya’yı biraz daha inceleyelim.
Yeni Dünya, sloganı “Cemaat, özdeşlik, istikrar” olan Dünya Devleti tarafından yönetilir. Birinci Dünya Savaşı ve Büyük Buhran’dan sonra kurulmuş olan Dünya Devleti, aslında hem ürünü ve hem de hedef kitlesi insan olan dev bir firma ve varlığının devamını garantileyen küresel bir kast sistemidir. Ford ise Dünya Devleti’nin öncüsü ve ilahıdır; onun endüstri felsefesi bu düzenin kutsal kitabıdır. Öyle ki Tanrı’ya yakarış anlamı taşıyan “My Lord” (Lordum – Tanrım) sözü, Yeni Dünya’da “My Ford” (Fordum) olmuş durumdadır ve hatta, Dünya Devleti’ndeki haçlar tepesi kesilerek “T” harfine benzetilmiş, bu Ford dininin sembolü de T modeline gönderme yapan bu “T”ler olmuştur.
Dünya Devleti’nin en önemli parçası ve odak noktası, Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi denilen insan fabrikalarıdır. Bu fabrikalarda insanlar anne veya babaları olmadan, 266 günde (tam 38 hafta, insan embriyosunun döllenmeden sonraki gelişiminin 38 hafta sürdüğünü de buraya not düşelim) üretilir ve 267. sabah tüpten çıkarılır. Kitaptaki ifadeyle “Bağımsız Varoluş” denilen bu hadise, aslında son derece öjenik ve disjenik bir süreçtir. Küresel kast sisteminde insanlar beş ana sınıfa (Alfa, Beta, Delta, Gama, Epsilon) bölünmüştür ve üretim de bu sınıflara göredir. Dahil olacakları sınıfın özelliklerine uygun bir biçimde yumurta-sprem eşleşmesi yapılır (üst sınıflara iyi eşey hücreleri, alt sınıflara daha kötü eşey hücreleri) ve embriyolar bundan sonra da 38 hafta boyunca çeşitli kimyasal işlemlerden geçirilirler.
Kitabın ilk bölümünde ayrıntılı olarak anlatılan Bağımsız Varoluş’un en dikkat çekici iki yönünden biri, “Bokanovski İşlemi” denilen seri üretim yöntemidir. Bu yönteme göre aynı döllenmiş yumurtadan onlarca birbirinin tıpatıp aynısı embriyo üretmek mümkündür (ikiz bebekler gibi) ve bu ikizler (ya da çokuz mu demeli) alt sınıf olarak tabir edilen “standart” Gamalar, “değişmez” Deltalar ve “tektip” Epsilonlar‘ı oluştururlar. Toplumun üst sınıfını teşkil eden Alfa ve Beta‘lar ise her biri eşsiz gametlerden meydana getirilir. Bu sınıflar arasındaki esas fark ise deney tüplerinin 266 gün boyunca üzerinde hareket ettiği 1136 metrelik taşıyı bantta oluşur. Çünkü belirli bölgelerden geçerken, işinde uzmanlaşmış personel tarafından (bu işi genelde Beta’lar yapar) tüplere uygulanan işlemler (embriyoya verilen oksijeni azaltmak, ya da çeşitli kimyasalları belirli dozlarda eklemek gibi) onların fiziksel gelişimini (Alfalar’da en uzun boy, Epsilonlar’da cücelik), zihinsel gelişimini (Alfalar’da en yüksek IQ değerleri, Epsilonlar’da yarı moronluk), ayrıca çeşitli biyolojik eğilimleri (ısı şartlandırması; tropik bölgelere göç edip ağır işlerde çalışırlarken bundan mutlu olmaları için) etkiler ve yazgıları da böylece belirlenmiş olur.
“Bu da,” diye veciz bir ifadeyle ekledi Müdür, “mutluluk ve erdemin sırrıdır –yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.”
Dünya Devleti’nin ilginç uygulamalarına biraz ara verip tekrar yirminci yüzyılın başındaki gerçek dünyaya dönelim.
Üstinsan (de: Übermensch), ünlü düşünür Friedrich Nietzsche‘nin geliştirdiği ve özellikle “Also sprach Zarathustra” (Böyle Buyurdu Zerdüşt) kitabında açık bir şekilde tanımladığı felsefi bir terimdi; ama etimolojik kökeni Antik Yunanistan‘a, Süryani retorikçi ve hiciv yazarı Samsat’lı Lukianos‘un (en: Lucian of Samosata, M.Ö. 2. yüzyıl) “Hyperanthropos” olarak ifade ettiği kavrama (Latince hyper- (öte, üstü) ve anthropos (insan) sözcüklerinin birleşimi) dayanıyordu. Fakat üstinsan terimi (İslam felsefesindeki “İnsan-ı Kamil”le birçok benzer özelliği olmasına rağmen) ırkçılığa son derece karşı olan Nietzsche’den sonra çok farklı anlamda kullanılmış, özellikle Nazi‘ler tarafından çarpıtılmıştı. İşin pek bilinmeyen yönü ise şudur: üstün insan, sadece Nazi’lerin değil, İngiltere’nin de kullandığı, hatta 1858’den 1947’ye kadar sürdürdüğü Hindistan sömürüsünü dayandırdığı düşüncelerden biridir.
Bu görüşün odağındaki “Aryan Irkı” (Üstün-Saf Irk, en: Aryan Race) terimi, 19. yüzyılın sonları 20. yüzyılın başlarında Hint-Avrupalılar’ı, Hindistan ve İran’daki Aryan halkı ve İskandinav veya Germen halkları tanımlamak için kullanılan bir kavramdı. Aslen nötr bir etno-linguistik (etnik ve dilsel) sınıflandırma olarak ifade edilmekle birlikte, 19. yüzyılın sonlarından itibaren Aryan terimi, ırk hiyerarşisi üzerine düşünceleri destekleyen insanlar tarafından kullanıldı. Mendel Genetiği‘nin Hint-Avrupalılar’ı medeniyet seviyelerinin diğerlerinden üstün olması sebebiyle en üst mertebeye oturtması, Nazizim‘deki “İskandinavcılık” ile de iç içedir. Nazi düşüncesine göre İskandinav Irkı, Kuzey Almanya ovalarında milattan önce yaşadığına inanılan Proto-Hint-Avrupalılar (eng: Proto-Indo-Europeans) da denilen Aryan Irkı’dır ve bu ırkın kayıp kıta Atlantis‘in en üstün saf ırkı olduğuna inanılır (Nazizim’de okültizmin önemli bir yer tuttuğunu, Aryosofi’nin (En: Ariosophy) oldukça ciddiye alındığını belirtelim). Naziler, İskandinav’ların (şu anki Alman vatandaşlarını kastederek, elbette) gerçek Aryanlar olduğunu, çünkü onların diğer -yöresel olmayan- Slav Irkı, Roman Irkı ve Hint-İranlı olan Hint-Avrupalı ırklar ile en az karışan ırk olduğunu iddia eder. Aryanizmin Hıristiyanlık’ta da geniş yer bulduğunu da buraya eklemek gerekir. Sonuç olarak Aryan Irkı’nın üstünlüğü düşüncesi, çok uzun zamandan beri Batı’nın toplumsal altbelleğinde yer etmiş bir fikirdi ve dönem dönem farklı şekillerde nüksetmişti.
Öjenikler ise iki dünya savaşı arasındaki bu dönemde Aryan Irkı’nın üstünlüğü teorisini kanıtlamak için ciddi bir çaba içindeydi ve görüşlerini bilimsel gelişmeler ile birleştirmekten de çekinmiyorlardı. Margaret Sanger, Marie Stopes, H. G. Wells, Woodrow Wilson, Theodore Roosevelt, Madison Grant, Émile Zola, George Bernard Shaw, John Maynard Keynes, John Harvey Kellogg, Linus Pauling ve Sidney Webb gibi isimler, öjenik düşünürler arasında sayılabilir. Huxley de, Cesur Yeni Dünya’yı öjeniklerin gelecekteki toplum algısı üzerine yazmıştı. Hatta Naziler, bu kitapta anlatılan aşırı uçlu sistemi, üstün ırk inşa etmek için Nazi öjenikliği programı haline getirmeyi denediler.
Ama Huxley’in yaptığı şeyin tam anlamıyla bir taşlama olduğunu iddia etmek zordur. Zira kitabın yayınlanışından iki hafta önce Huxley, BBC’deki bir radyo konuşmasında öjeniğin politik kontrol olarak kullanımını tartışmış ve “bütün Batı Avrupa soyunun… hızlı bozuluşu”nun önünü almak için öjenik tedbirleri uygulamaya hazır olduğunu belirtmişti. Yani Huxley her ne kadar büyük bir hümanist ve pasifist olsa da, öjeniğe kökten bir karşı çıkışta bulunmamıştı. Yeni Dünya’ya dair kendi analizlerini içeren “Brave New World Revisited” (Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret; 1958) kitabında da, Dünya Devleti’nin bazı uygulamalarının (nüfusun 2 milyarın biraz altında tutulması veya -bir dereceye kadar- toplumsal örgütlenme gibi) gerekliliğini ifade etmiştir. Bir demecinde düşüncelerini şöyle özetler: “Koşullar liberalleri diktatörlüğe başvurmaya zorlayabileceği gibi, hümanistleri de bilimsel propagandaya zorlayabilir. Düzenin her türlüsü kaostan yeğdir.” Sözün burasında, UNESCO‘nun ilk genel müdürü ve Dünya Doğayı Koruma Vakfı‘nın (en: World Wildlife Fund) kurucusu olan kardeşi Julian Huxley’in, aynı zamanda Eugenics Society‘nin (Öjenik Topluluğu) başkanı ve öjeniğin yılmaz bir savunucusu olduğunu da dipnot olarak ekleyelim.
Romana dönecek olursak; Alfalar’ın şahsında somutlaştırılan ‘Üstün Irk’ (en: Master Race, de: die Harrenrasse), fiziksel ve zihinsel avantajlarıyla aslında Aryanlar’ın Yeni Dünya’daki yansıması olarak görünmektedir. Yine, “Bokanovski İşlemi” (aynı gametten onlarca ikiz üretme), “Podsnap Tekniği” (yumurta olgunlaştırma), “Yeni-Pavlovcu Şartlandırma” (insan yavrularının ünlü “Pavlov’un köpekleri” deneyine benzer şekilde belirli nesnelerden korkacak şekilde güdülenmesi) ve “Hipnopedya” (uykuda telkin) ise Huxley’nin İngiltere’nin politik sorunlarına uygulanabileceğini ileri sürdüğü tekniklerin kurgusal karşılıklarıdır aslında. Bu açıdan bakıldığında öjenik, nüfus sorunu ve istikrar üzerine realist bir yaklaşım gütmeyi denediği dahi söylenebilir. Ya da belki de, kitabı yazdığı dönemde sahip olduğu öjeniğin yararlılığına dair düşüncelerini, aynı fikirlerin güdümünde hareket eden Adolf Hitler‘in dünyayı bir felakete sürüklediğini görmesiyle terk etmiştir, bunu bilemiyoruz. Çünkü Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret‘te öjeniği desteklediğine dair hiçbir beyan yoktur.
Elbette Yeni Dünya’daki toplum mühendisliği genetik müdahaleyle sınırlı kalmaz. Bunu uzun ve zahmetli bir psikolojik şartlandırma dönemi izler. Yeni Dünya’nın çocukları, bebekliklerinden başlayarak çeşitli metotlarla kitleye uyumlu hale getirilir. Yukarıda belirttiğimiz Yeni-Pavlovcu Şartlandırma işte bu sürecin bir parçasıdır ve daha emekleme aşamasındaki bebekler bu yöntemle belirli nesnelere karşı bir kaçış psikolojisi geliştirmeye yönlendirilirler. Örneğin; romanın ikinci bölümünde sekiz aylık bir grup Delta bebek, önce sirenler ve patlamalarla, daha sonra da elektrik verilmiş zeminin şiddetiyle kitaplar ve çiçeklerden korkutulur; böylece onlara karşı ‘içgüdüsel bir nefret’ besleyerek büyümeleri sağlanır.
Bir sonraki aşama Hipnopedya’dır. Yataklarında uyuyan her bebek, yıllar ve yıllar boyunca, kendi sınıflarına uygun bir dizi telkin kaydına mağruz bırakılır. “Cinselliğe Giriş”, “Sınıf Bilincine Giriş” gibi isimlerle anılan bu ‘dersler’, her bir Yeni Dünyalı‘nın düşüncelerini ve bakış açısını hamur gibi yoğurur ve bilinç altlarını itiraz etmeyi bile akıllarından geçirmedikleri fikirlerle doldurur. Bu fikirlerden bir kaçına örnek vermek gerekirse: “Herkes herkese aittir.” (cinselliğe dair sınırların kaldırılarak aile kurumunun ve bireysel bağlılıkların yok edilmesi), “Gerçekten de Beta olduğum için öyle mutluyum ki.” (her sınıf için farklı, bulunduğu sınıfı sahiplenmek), “Herkes herkes için çalışır. Hiç kimseden vazgeçemeyiz. Epsilonlar bile faydalıdır.” (toplumsal örgütlenme), “Atıp kurtulmak onarmaktan iyidir. Yama artarsa refah düşer.” (tüketime teşvik) ve en önemlisi olmak üzere; “Artık herkes mutlu”.
Her bir bireyin işte bu şekilde uzun yıllar itinayla programlandığı Dünya Devleti’ndeki istikrarın son aracı da “soma”dır. “Yarım gramı yarım tatil, bir gramı bir hafta sonu, iki gramı muhteşem Doğu’ya bir yolculuk, üç gramı Ay’da karanlık bir ebediyet” olan soma, devlet tarafından neredeyse beş yüzyıl önce üretilmeye başlanan ve vatandaşlara ücretsiz olarak dağıtılan bir tür sakinleştirici, uyuşturucu ve halüsinatiftir. Romandaki ifadeyle; “Hıristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahiptir ama onların yan etkilerini taşımaz”. Alt sınıflara vardiya sonlarında yevmiye olarak verilir, üst sınıflar istedikleri anda ulaşma imtiyazına sahiptir. Yeni Dünya’lıların hipnopedik deyişlerle beyinlerine kazındığı şekliyle “Bir santimetreküpü, bin musibet savuşturur.”
Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret kitabında somadan “Kimyasal İkna” olarak söz eden Huxley, bu kimyasalın politik bir kurum olduğundan bahseder. Gerçekten de soma, Dünya Denetçileri‘nin (Dünya Devleti’nin yönetici zümresi) toplum üzerindeki en güçlü yönetim araçlarından biridir. Bir ceza değildir, bir ödüldür (aslına bakılacak olursa Yeni Dünya’da pek az ceza vardır ve olanlar da son derece yumuşaktır). Dünya Devleti, korkutma değil, uyuşturma ve şartlandırma politikası üzerine inşa edilmiştir ve soma işin ‘uyuşturma’ kısmını halletmektedir. Günlük soma dağıtımı; kişisel uyumsuzluk, sosyal uyumsuzluk ve yıkıcı düşüncelerin yayılmasının önündeki settir. Soma, “Yeni Dünya’da “Haklar Sözleşmesi” tarafından garanti altına alınmış “Yaşam, Özgürlük ve Mutluluk Arayışı”nın bizzat özüdür”. Huxley bu gerçeği Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret’te şöyle ifade eder:
Din, demişti Karl Marx, halkın afyonudur; Cesur Yeni Dünya’da bu terse çevrilmişti. Afyon, daha doğrusu soma, halkın diniydi. Din gibi uyuşturucunun da teselli ve telafi etme gücü vardı, daha iyi olan başka bir dünyanın hayallerini hatıra getirir, umut verir, inancı güçlendirip iyiliği ödüllendirirdi.
Tüm bunlar dışında, Yeni Dünya’lıların sürü halinde ve zorunlu olarak katılarak “Cemaat ilahileri” söyledikleri “Dayanışma Ayinleri” (ki bu ayinler daima “toplu seks poplu seks” şarkısı eşliğinde gerçekleşen bir zevk-ü sefa alemiyle nihayet bulur) ve “Ford Günü bayramları” vardır. Her bir birey, politik gövdede bir hücre olduğunun bilincindedir, hayat ise tamamen toplumsal faydaya indirgenmiştir; öyle ki cesetler yakıldığında fosfor kaynağı olarak kullanılır ve bunun bireyi öldükten sonra bile toplumsal fayda sağlayabileceğini düşünerek mutlu etmesi gerekir. Diğer yandan, Yeni Dünya’da birine bağlanmak (aşık olmak, sahiplenmek, sadakat gibi), kendini toplumdan soyutlamak, ölüm karşısında üzüntüye kapılmak veya ondan korkmak ayıplanır.
Cesur Yeni Dünya’nın konu edindiği Dünya Devleti, her biri Yerel Dünya Denetçisi tarafından yönetilen on alt bölgeye ayrılmış, merkezi bir şirket-devlettir. Romanda görünen en güçlü kişilik olan “Fordhazretleri” (en: “his fordship”) Mustafa Mond, Londra merkezli Batı Avrupa bölgesinin Denetçisi’dir. Mond’un hemen altında bir Alfa-Artı entelektüeller sınıfı vardır ve piramidin tepesini bu grup oluşturur. Bir Alfa Artı hipnopedya uzmanı olan Bernard Marx ve “Duygu Mühendisiği Üniversitesi” hocalarından başka bir Alfa Artı, Helmholtz Watson, bu elitin üyeleridir; ama her ikisi de yalnız kalmaktan hoşlanmak ve cinsellikten diğerleri gibi zevk almamak benzeri sapkın eğilimler geliştirmişlerdir. Bernard, genç ve güzel bir Beta hemşire olan Lenina Crowne‘a karşı kendi sınıfındaki hemcinslerinden farklı bir ilgi beslemekte, onun ‘et parçası’ gibi görülmesinden hoşlanmamaktadır. Helmholtz ise bambaşka bir hikayedir; sanatsal tatminsizliğe sürüklenmiştir ve diğerlerinden tamamen uzaklaşmış durumdadır. Ama tüm bunlar sapkın eğilimlerdir çünkü Yeni Dünya’nın zeki bireyleri bilmektedir ki “Birey hissederse, topluluk sendeler”.
Dünya Devleti’nin sınırları dışında, elektrikli teller ve duvarlarla çevrelenmiş alanda ise Vahşi Ayrıbölgeleri toplulukları yaşamaktadır. Bu insanlar hala evlenmekte, çocuk doğurmakta, yaşlanmakta ve ölmektedirler. Günün birinde sırf merakından New Mexico‘daki Malpais (İngilizce’de “kötü yer” anlamına gelir) adlı Vahşi Ayrıbölgeyi ziyaret eden Bernard, kaderin bir oyunu neticesinde vahşilerin arasına düşmüş bir Beta Eksi’nin oğlu olan John adındaki vahşi ile tanışır ve onu Yeni Dünya’ya getirir. Bu aşamadan sonra roman yön değiştirir ve Vahşi John‘un perspektifinden Yeni Dünya’nın korkunç hedonizm ve totalitarizmi gözler önüne serilmiş olur.
Devasa gökdelenler (gerçekten de kitapta bahsedilen hemen her bina en az elli katlı gökdelenlerdir), para biriminin dolar olması, genç olmaya atfedilen büyük önem (dönemin Amerika’sında da eğlence, alkol ve haz üzerinde yükselen uçarı bir genç kitle vardı, hatta bu dönemin gençleri, 1925 yazında yayınladığı “Muhteşem Gatsby” kitabıyla tanınan ünlü Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald tarafından “Kayıp Kuşak” olarak nitelenmişti), “seks hormonlu sakızlar”, “duyusal filmler” (Hollywood’un sesli filmlerinin dokunma, koku ve tat duyularına da hitap eden ardılları), ayrıca “seksofoncular”, “koku ve renk orgu” ve “sentetik müzik”ten (renk ve kokunun da notalarla ifade edildiği müzik) mürekkep eğlence hayatı, ve her yerde ama her yerdeki fermuarlar (ki Huxley tarafından Amerika’nın ulusal “arma”sı diye nitelenir) göz önüne alındığında, “Cesur Yeni Dünya”nın Amerikan yaşam biçimine ve bu tarzın yayılışına karşı yazılmış bir hiciv olduğu açıktır. Ama romanda taşlanan sadece Amerikan tarzı yaşam değildir. Örneğin; Yeni Dünya insanlarının “Atıp kurtulmak onarmaktan iyidir” telkiniyle sürekli tüketime şartlandırılması, İngiltere’nin karşılaştığı ekonomik sorunların tüketim yetersizliğinden kaynaklandığını öne süren teoriye (ki Huxley bunu Keynes’e atfeder ve şiddetle karşı çıkar) yaptığı bir hicivdir. Kitapta yer alan “Engelli Golf”, “Merkezkaçlı Zıplayan Kukla Kuleleri” ve “Notting Hill’den Willesden’a giden ana yol boyunca iki sıra halinde dizilmiş” olan “Escalator Fives Kortları” gibi, sistematik kamu davranışları sayesinde işsizliğin düşürülüp tüketimin artırılmasına yönelik mekanlar da romanın yazıldığı tarihte onca tartışmaya yol açan Keynesce girişimlere alaycı göndermeler içerir.
Cesur Yeni Dünya’da yapılan atıflar bunlarla da sınırlı kalmaz. Karakterlerin isimleri de gerçek kişiliklerden esinlenilerek konulmuştur.
Bernard Marx: George Bernard Shaw, Karl Marx
Helmholtz Watson: Hermann von Helmholtz, John B. Watson
Lenina Crowne: Vladimir Lenin
Fanny Crowne: Fanny Kaplan
Benito Hoover: Benito Mussolini, Herbert Hoover
Darwin Bonaparte: Charles Darwin, Napoleon Bonaparte
Herbert Bakunin: Herbert Spencer, Mikhail Bakunin
Primo Mellon: Miguel Primo de Rivera, Andrew Mellon
Sarojini Engels: Friedrich Engels, Sarojini Naidu
Fifi Bradlaugh: Charles Bradlaugh
Joanna Diesel: Rudolf Diesel
Jean-Jacques Habibullah: Jean-Jacques Rousseau, Habibullah Khan
Mustafa Mond: Mustafa Kemal Atatürk, Sir Alfred Mond, gibi…
Bunların dışında gıyabında bahsedilen bir Dr. Wells vardır; Londra Kuluçka ve Şartlandırma Merkezinin bir adının da “Bloomsbury Merkezi” olduğunu öğreniriz; Dünya Devleti’nin “Cemaat, özdeşlik, istikrar” sloganı, Fransız Devrimi‘nin “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik”ine benzer; Bokanovski İşlemi, adını Fransız politikacı Maurice Bokanowski‘den, Podsnap Tekniği de Charles Dickens‘ın “Müşterek Dostumuz” (en: Our Mutual Friend) romanındaki bir karakter olan John Podsnap‘ten almıştır; orada burada Freud, Pfitzner, Kawaguchi, Malthus, Riemann, Calvin gibi isimlere, Lev Troçki, Benito Mussolini ya da Henry Ford’un oğlu Edsel Ford ile adaş karakterlere rastlarız. Bu göndermeler o kadar çoktur ki, listelemekle bitmezler. Üstelik sadece özel isimlerle kalmaz, roman boyunca gördüğünüz hemen hemen her şeyin dönemin dünyasında bir karşılığı vardır.
Yine de -Mustafa Mond dışında- aradaki sembolik bağlantıların kuvveti konusunda bir şey söylemek mümkün değil. Mond karakteri ise adını Imperial Chemical Industries’in ilk başkanı olan Sir Alfred Mond’dan (1868-1930) almıştır. Huxley onun Billingham’daki devasa fabrikasında Cesur Yeni Dünya’yı yazmaya başlamadan önce bir süre çalışmış ve fabrika hakkındaki düşüncelerini “kocaman bir plansız tutarsızlık dünyasının ortasındaki… düzenli bir evren” olarak ifade etmişti. Vahşi John, Bernard ve Helmholtz karşısında Yeni Dünya’nın felsefesini savunan Mond da, Huxley’nin Haziran 1931’de İngiltere’ye akıl, düzen ve istikrar getirmesi için çağrıda bulunduğu “güçlü ve akıllı merkezi otorite”nin kişileşmiş hali gibi görünür. Üstelik, otoritenin temsilcisinin ‘kötü adam’ olmasına dair genel beklentinin aksine, Mond’un konuşmaları boyunca muhatabı olan asi karakterler de “Denetçi’nin yüzündeki güler yüzlü zekâdan” başka bir şey fark etmezler. Yani bütün çirkinliğine ve kokuşmuşluğuna rağmen Yeni Dünya, Huxley’in hayatının bir döneminde farklı mecralarda dile getirdiği bilimsel ütopyadan fersah fersah uzak bir noktaya düşmüyor.
Aldous Huxley’in romanını yazarken ve yazdıktan sonra yaşadığı tüm bu ikilemler, belki de 1946 basımına yazdığı ön sözdeki şu ifadelerin sebebi olabilir.
Bir sanat eseri olarak epey bir kusuru var; ancak bunları düzeltmek için kitabı yeniden yazmam gerekir –ve olasıdır ki yeniden yazma sürecinde, daha yaşlı, farklı bir insan olarak, öyküdeki bazı kusurların yanı sıra üstün yanlarını da çıkarıp atmam gerekecek. Böylece, sanatsal vicdan azabının çamurunda yuvarlanmanın cazibesine karşı koyup iyiyle kötüyü kendi hallerine bırakmayı ve başka şeyler düşünmeyi yeğliyorum.
Ve yine belki de bu ikilemlerden dolayı Huxley, Cesur Yeni Dünya’yı ilk basımından çeyrek asır sonra tekrar ziyaret etmek istemiştir. Ve bu ziyaretinde bir çok gri noktanın üzerinde uzun uzun durup tartışmış, kaos, istikrarsızlık ve diğer tüm felaketlere karşı Yeni Dünya‘da bulunan çözümlerin bir kısmının işlevsel olduğunu dile getirmiştir. Huxley’e göre; insanlar özgürlük için eğitilebilir ve eğitilmelidir. Sadece fiziksel kısıtlardan değil, psikolojik baskıdan da insanları kurtaracak yasalar olmalıdır; bireyi teknolojinin ve propagandanın kısıtlayıcılığından da koruyacak yasalar… Ama bunun yeterli olmadığını söyler Huxley, çünkü “özgürlüğü şu anda tehdit eden büyük kişisiz güçler” (kontrol edilemeyen nüfus artışı ve aşırı örgütlenme gibi) ivme kazanmaya devam ettikçe, yasaların bir yararı olmayacak ve sistem kaçınılmaz bir biçimde şiddetli bir totaliterizme sürüklenecektir.
Bu aşamada Huxley, doğum oranını denetleyerek nüfusu azaltmak ve aşırı örgütlenmenin önüne geçmek için toplumun bir kısmının oylarını etkisiz hale getirmek (“… halk oylaması yoluyla diktatörlükten kaçınmak istiyorsanız, modern toplumun devasa, makineyi andıran topluluklarını gönüllü olarak işbirliği yapan, Büyük İş ve Büyük Hükümet’in bürokratik sistemleri dışında işleyen gruplara bölün.”) gibi çözüm önerileri sunar. Ki bu öneriler de Yeni Dünya’nın mevcut sistemine ters düşmez. Ama elbette ki Huxley, asla “Cesur Yeni Dünyaca” bir düzenin ideal veya ‘iyi’ olduğunu savunmamıştır. Ona göre ideal düzen, şu anki karmaşa ile F.S. 7. yüzyılda geleceğine inandığı sistemin arasında, iki uca da uzak bir düzendir.
İ.S. yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde yaşayan bizler, itiraf etmeliyiz ki, ürkütücü bir evrenin sakinleriydik; ama o bunalım yıllarının kâbusu, Cesur Yeni Dünya’da betimlenen geleceğin kâbusundan kökten farklıydı. Bizimki yetersiz düzenin kâbusuydu; onlarınki ise F.S. yedinci yüzyılda, aşırı düzenin kâbusu. Bir uçtan diğerine geçme sürecinde, ben öyle düşlüyordum ki, uzun bir ara olacak ve insan ırkının daha şanslı üçte biri bu esnada her iki dünyanın –liberalizmin düzensiz dünyasıyla kusursuz verimliliğin özgürlüğe ya da kişisel inisiyatife hiç yer bırakmadığı, aşırı düzenli Cesur Yeni Dünya’nın– en iyisini yapacaktı.
1946 ön sözünde de Huxley denge arayışına vurgu yapar ve romanının en ciddi kusurunun Vahşi’ye yalnızca iki seçenek (“Ütopya’da delice bir yaşam ya da bir kızılderili köyünde ilkel yerli hayatı, ki bu bazı yönleriyle daha insanca bir yaşam, ama diğer yönleriyle aynı tuhaflık ve anormallikte.”) sunulması olduğunu söyleyerek şöyle devam eder:
Kitabın yazıldığı günlerde bu düşünceyi; özgür iradenin insanlara, bir tarafta delilik diğer tarafta cinnet arasında seçim yapabilsin diye verildiği düşüncesini eğlenceli bulur ve büyük olasılıkla da doğru olduğunu düşünürdüm.
…
Bugün akıl sağlığının imkânsız olduğunu göstermeyi hiç de arzulamıyorum. Aksine, akıl sağlığının daha ziyade az bulunan bir fenomen olduğu konusunda geçmişteki denli emin ve hüzünlü olmakla birlikte, bunun başarılabileceğine inanmaktayım ve daha fazla başarıldığını görmek isterim.
Romanı yeniden yazacak olsa Vahşi’ye sunacağı üçüncü seçeneği de açıklar; Yeni Dünya’dan gelme sürgün ve sığınmacılardan oluşan, Ayrıbölge sınırları içinde yaşayan bir toplumda, ekonominin merkezsiz, politikanın anarşist, bilim ve teknolojinin insanı esir almak yerine hizmet ettiği, dinin birleştirici bir bilgi, yaşam felsefesinin yüce bir faydacılık olacağı ve tüm bu düşünce yapısında En Büyük Mutluluk prensibinin Mutlak Son’un yanında ikincil kalacağı bir seçenek…
Ama şüphesiz, böyle bir üçüncü seçenek romanın cazibesinden bir şeyleri de götürecekti. Aldous Huxley’in ilk distopya çalışmasını onun başyapıtı haline getirerek yirminci yüzyıl en büyük klasiklerinden biri yapan şey; romanın bu çift yönlülüğünü doğuran ve onu bir çok açıdan yorumlamaya fırsat veren şeydir; yani işte tüm bu eksiklikler. Ya da Huxley’in deyimiyle ifade edersek “felsefi bir tamlıktan yoksun olması”.
“Cesur Yeni Dünya”, finalinde özgüveninden bir şeyler kaybedip kendinden beklendiği kadar görkemli bir kapanış yapamasa da (bana göre o kapanış Mond ve Vahşi’nin diyaloğuydu), ele aldığı sorunların hala güncelliğini koruması ve yaptığı kehanetin gerçekleşmeyeceğine dair henüz hiçbir güvence olmaması sebebiyle üzerinde çok fazla düşünülebilecek, çok farklı yorumlar yapılabilecek, kısacası çok şey söylenip daha da fazlası yazılabilecek bir kitap. Bu yüzden, bazı bölümlerinde de oturup ağlamış tuhaf bir okuyucu olarak (bu söylediğim şaka değil ama yanlış bir fikre kapılmamanız için uyarmak istiyorum, burada duygusal olan kitap değil, bizzat benim :)), distopya edebiyatının bu şaheserini herkese şiddetle tavsiye etmeyi kendime bir görev biliyorum.
Keyifli okumalar!
Kaynaklar:
Aldous Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, İthaki Yayınları, 2013
Aldous Huxley, “Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret”, İthaki Yayınları, 2001
Kitaptan daha fazla gönderme için:
https://www.sparknotes.com/lit/bravenew/allusions/
Böyle analiz ne okudum ne duydum…
Tebrikler, teşekkürler
Çok teşekkür ederiz. 🙂
Süper bi analiz çalışması.
Beğeninizi bizimle paylaştığınız için teşekkürler 🙂 Okuyucu yorumları bizim için çok motive edici.
yorumunuz baya etkileyici…
teşekkür ederiz yazarımız adına 🙂
Hocam biraz da kendin yorumlasaydın keşke, Bradshaw’un sonsözünü kopyalamışsın bildiğin
Alıntılar olduğu doğdudur, zira İthaki baskısındaki sonsözden de yararlanıldı, kaynaklarda olması lazım. Ama bu yazı o sonsözün neredeyse üç katı ve bahsedilmemiş bir çok şeyden bahsediliyor. Zaten alıntıların ne olduğuna bakarsanız ya Aldous Huxley’nin bi sözüdür, ya da başka birinin. Bunları alıntı yapmadan yazmam mümkün değil. Aldous Huxley’nin mektup arkadaşı değilim ki, size hiçbi yerde yayınlanmamış yorumlarını nasıl sunayım. 🙂
Şimdi şöyle bir okudum da, en fazla yararlandığım kaynak Wikipedia olmuş. Ama haklısınız tabi, David Bradshaw’un sonsözünden bi kaç belirgin alıntı var. Los Angeles bölümü mesela. Dediğim gibi, onlar Aldous Huxley’in kendi yorumu olduğu için birebir almıştım.
Merhabalar,
Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” adlı romanından en beğendiğim alıntı şuydu: “Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlamayabilirsin; şimdi başla, şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla.” “Cesur Yeni Dünya” romanından beğendiğim alıntıları paylaştığım yazımı izniniz olursa okumak isterseniz linkini şuraya bırakmak istedim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/aldous-huxley-cesur-yeni-dunya-romanindan-34-etkileyici-alinti/
Güzel okumalar dilerim,
edebiyatla ve sağlıkla kalın.