Serin bir Ekim ayıydı. Hep aynı noktada başlayan gün, aynı noktada bitiyordu.
Metin, gün ışımadan kalkıp hazırlanıyordu. Güneş gölgeleri biraz kısaltmadan her zamanki yerden otobüse biniyor, son durakta inmenin verdiği rehavetle yarım kalan uykusunu tamamlıyordu.
Durağa yaklaştığında üzerinden geçilen demir köprünün, eskimiş tekerleri acıtıp inletmesiyle kendine geliyor, toparlanıyordu.
Akşama kadar çalıştığı somun fabrikasında, aynı boyda üretilen metal delikleri kontrol edip mesaisini tamamlıyor; durağa yürüyor, otobüsü köprüyü geçince bu kez yorgunluktan uyuyakalıyordu.
Güneş batarken vardığı diğer son durakta, şoförün silkelemesiyle iniyor; köşedeki markete uğruyor, önceden ayırttığı ekmekle makarnayı alıp güneş kızıl uyarısını yaptığı anda ıssız evinin kapısını açıyordu.
Hep asık suratının, bu sonbaharda iyice yerleşen huzurla gevşemesi yadırganmıştı. Komşu Fikret Teyze bile haftada bir, bir tabak yemek paylaştığı bu kimsesiz oğlandaki değişikliği fark etmiş, gönlüne düşen birine yormuştu.
İnsanın yüzünü bir anda güldüren sevda değil midir?
Yaşlı kadın haklıydı. Ama maşukun kim olduğunu, var olup olmadığını Metin de bilmiyordu. Ona da böylesi yakışırdı herhalde. Gerçek bir aşk yaşayamayacak kadar fakir ve mahcup bulurdu kendini.
Bu sonbahar, Eylül ortalarında ilk kez gördüğü rüya sıkıcı hayatına renk katmıştı. Genç bir kızın, iki katlı harap bir evin bahçesinden, kendisini fark edip izlediğini görmüş; sonraki günlerde de rüya devam etmişti. Anlatırım da bir daha göremem diye sır gibi saklamıştı.
Bir kaç gün sonra kızın yanına geldiğini, sanki içini görmek ister gibi gözlerine baktığını, nihayetinde kocaman gülüşüyle elini tuttuğunu gerçekten hissetmiş gibiydi.
Rüya devam etti. Maşukunun yanına gelişi, omzuna başını koyup sessizce yaslanışı, hissettiği huzur… Gerçek hayatında sıkıntıdan başka bir şey hissetmeyen Metin için çok yabancıydı bunlar. Hiç sorgulamadı. Tüm içtenliğiyle kabul etti ve yüreğini verdi.
Rüyalarına, gerçeğe değişemeyecek kadar alışmıştı. Ta ki, yalnız otobüste tadabildiği mutluluk işvereninden gelen sarı bir zarfla son bulana kadar. Artık otobüse binmesini gerektirecek bir işi yoktu.
Sıkıntılı geçen bir kaç günün ardından, yoksunluk hissiyle aynı otobüste buldu kendini. Yakınlardaki fabrikalarda iş arayacağını söylüyordu; oysa yolun sonunda yalnız iki fabrika vardı ve diğerinde de iş bulamayacağını biliyordu.
Sıkıntı ve tedirginlikle uykuya dalmaya çalışması, hayal kırıklığından başka sonuç vermedi. Başını cama yaslayıp kendini sıksa da gözleri açılıveriyordu. Kendisine lütfedilen tek mutluluğun yerinde yeller esiyor, tüm bedeni üşüyordu. Utanmasa ağlayabilirdi. Ama göz yaşlarını ulu orta dökebilecek öz güvene sahip değildi.
Nihayet uyumaktan umudunu kestiğinde, son durağa kadar gitmeye gerek olmadığını düşündü. Sevmek sevilmek ona mı kalmıştı? Kısa süreliğine kendisine emanet edilmiş bir düş olduğunu kabullendi.
Köprüden önceki durakta indi. Otobüs bir türlü gelmeyince kalabalıklaşan durakta daha fazla duramadı; ne yöne olduğunu fark etmeden yürümeye başladı. Başkasına tahammül edemiyordu, yalnız onu alıyordu içi.
On dakika kadar yürümüştü. Nemli gözlerini elinin tersiyle alelacele sildi, ağzı açık bir halde yolun sonuna baktı; rüyasındaki ev oradaydı.
İki katlı evin dışını çevreleyen, harcına cam kırıklarının iliştirildiği beton duvarın içinde, uzun ağaçlar ve sarmaşıklarla dolu avluda, eski, demir bir salıncak gıcırdıyor, evin mıhlanmış bir parçasıymış gibi duruyordu. Duvara gömülü, küçük pencereler hiç ışık sızdırmıyordu. Sıvası yer yer dökülen ev, yaşlı ama bildik bir ihtiyarı anımsatır gibiydi. Mavi kapıya iliştirilmiş, uçuşan tül bile tanıdıktı sanki. İçinden yükselen sevinç taşıverecek gibi olunca, eliyle ağzını kapattı; neşesi kaçıp kurtulacaktı yoksa.
Yolu kontrol edip karşıya geçti. Kirli suların bezgince aktığı pis bir derenin hemen dibindeydi ev. Bu dere, yol boyunca süzülüp birikiyor, ilerideki demir köprünün altından geçiyordu. Kokudan yüzünü buruşturdu.
Sol yanında iki katlı, bahçe duvarları bitişik bir ev daha vardı. Ancak bu komşu yarı yarıya yıkılmıştı; çatısının bir kısmı ile yan duvarları çökmüştü. İki ev neredeyse kol kola ve bir o kadar yalnız, yorgun duruyordu.
Evin etrafında bir süre dolanıp camlarda ufak bir hareket bekledi. Kapıyı çalıp çalmamakta kararsızdı. Burayı bulmuş olması, içinde umuda dair bir şeyi tetiklese de fazlasını bekleyebilir miydi? Gördüğünü hatırlamasa da rüyalarına girdiğine göre, evi fark etmişti. Ama o kız beklediği anlamda gerçek olabilir miydi?
Merakına yenildi. Etrafta biraz gezindikten sonra geri dönüp evi sorabileceği birini aramaya karar verdi. Bir bakkala pekala sorulabilirdi; ucuz kiralık ev arıyorum, derim diye düşündü. Yanılmamak için içinden tekrar etti.
Ekim’in soğuğunun ısırdığı elleri cebinde, iki yüz metre kadar yürüdükten sonra karşıdan geleni görünce durdu. Kıpırdayamadı. Tüm bedenini sıcak bastı. O geliyordu, rüyalarındaki kız!
Gözlerini dikip baktığı rüyası, kafasını bile kaldırmadan yanından geçip gittiğinde, bedeninde canlanan ateş harlanıp canını yakmaya başladı. Onu tanımamıştı.
Metin hummaya tutulmuş gibi titredi. Kendisine huzur ve mutluluğun varlığını tattıran o hayal, gerçekti. Çenesindeki gamze, burnundaki ufak leke, kumral kakülleri, küçücük badem gözleri aynı bildiği gibiydi. Ama Metin’i tanımamıştı. Elini tutabilecek, başı omuzunda oturabilecek, gözlerinin içine görerek bakabilecekken yapamıyordu. Bu kadarını istiyordu sadece, fazlasını değil. Bu haksızlık değil de neydi?
Bir hışımla ardına döndü. Kendisine dikkatlice bakan kızla karşılaştığında duraksadı, yine ümit kırıntıları doldurdu içini.
“Işık ver bana!”
Ne düşüneceğini bilemeyen Metin ceplerini yokladı. Bir sınav mıydı bu? Cebine ne zaman koyduğunu hatırlamadığı çakmağı uzatıp yaktı. Gözleri parlayan kız elindekini çekiştirip gülmeye başladığında, içini hüzünlü bir ürperiş kapladı.
Arkasından yaşlıca bir adam hızlı adımlarla gelip kızın elindekini alınca iyice şaşırdı.
“Seher! Ver kız onları sahibine. Demedik mi kimseden bir şey istemek yok diye?” Adam zorla aldığı çakmağı sahibine uzattı, devam etti.
“Kusura bakma evlat. Biraz yarım akıllıdır ama iyi kızdır, zararsızdır. Bunun huyu da bu. Anası merak etmiştir, götüreyim evine,” diyerek avucuna sıkıştırdığı çakmaktan kurtulup Seher’i çevirdi. Metin’in sessizliği eşliğinde aynı evin bahçesinden içeri girdiler. Beş dakika sonra da adam çıkıp gitti.
Metin, ne düşüneceğini bilemeden yolun ortasında kalakaldı. Hayal kırıklığının kekremsi tadı boğazını yakıyordu. Konuşmak ya da düşünmek, maşukuna kavuşmak mümkün ama değilmiş gibiydi. İçinden çıkamıyordu; bir çare, cevap, çözüm arıyordu. Ne anlama geliyordu tüm bunlar?
Metin, o gün, uzun bir bekleyişten sonra evin zilini çaldığında, kapı kendiliğinden açıldı. Sanki, bekliyor gibiydi. Korktu, ama çaresizdi.
Gün aydınlık olduğu halde, loş evin içinde, sol yanında gördüğü tek açık kapıya doğru upuzun koridorda ilerledi.
Adımını odaya attığında gözünü dolduran ışığa bakamayıp kolunu siper etti. Işığın tüm hücrelerini doldurduğunu hissediyordu. Bir süre sonra ışıktan başka bir şey kalmadı.
Metin gözünü açtığında bahçedeydi. Her şey ışığa bulanmış gibiydi. Diğer bahçede sallanan karaltıyı görmek için elini kaldırdığında o, döndü. Seher, rüyalarındaki gibi gülümsüyordu. Evden çıkan yaşlı kadını görünce sakince kalkıp ona yürüdü, Metin de mutluluğunun kaynağı olduğunu bir şekilde bildiği kadına, yüzüne iyice yerleşen huzurla ilerledi. Dışarının aydınlığının kendisinden kaynaklandığını biliyor, ama açıklayamıyordu. Sanki, içi kararsa, aşkı yitiverse tüm ışık sönecekti.
Komşu ev onarılmış, Seher’in evinin omuzuna yaslanmıştı.
Bundan sonra evlerin haline şaşırdıkları gibi, geçen baharda aniden kirlenen derenin temizlenmesine, komşu evin yeni sahibinin bir bahar önce ölen eski sahibi gibi yarım aklıyla ortalarda dolaşıp herkesten ışık istemesine de şaşıracaktı mahalleli.