Korku temelli kurguların oldukça sınırlı bir çerçevede yer bulabildiği Türk edebiyatına bu konudaki erken örneklerden ikisini veren Hüseyin Rahmi Gürpınar, amaç Türk yazınında Gotik ögeleri incelemek olduğunda çok önemli bir yerde, şüphesiz. Çünkü 1912 yılında “Garâ’ib Faturası” başlığı altında yayımladığı “Gulyabani” ve “Cadı” isimli romanlarında, natüralist ve realist romancılığının doğal bir sonucu olarak Gotik edebiyata ideolojik kaygılarla yaklaşsa da, Türk edebiyatını korku türü ile tanıştırmış da oluyor. Ama bu iki romanın analizine geçmeden önce, Hüseyin Rahmi’nin edebi kişiliği hakkında biraz bilgi verelim:
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Servet-i Fünun döneminde yazmasına rağmen bu akımdan bağımsız bir sanat ve edebiyat görüşünün takipçisidir. “Sanat sanat içindir” ilkesine bağlı ve toplumsal konulardan bilhassa uzak duran Servet-i Fünun yazarlarının aksine; Hüseyin Rahmi daima sanatın halkın gelişmesi için bir araç olduğunu ve bu doğrultuda kullanılması gerektiğini savunur. Üstadı Ahmed Midhat Efendi gibi o da eserlerinde okurlarını bilinçlendirmeyi amaçlar, bunu yaparken bir yandan da hoşça vakit geçirtmeye çalışır. Bazı eserlerinde öğretici yön nispeten baskın çıksa da, onun inancına göre romanın estetiği ister zedelensin ister zedelenmesin, bunun o dönemde, o koşullarda yaşamsal bir gereği vardır. Tam da bu yüzden, kendisini üslupsuzlukla suçlayan yazar ve eleştirmen Şahabettin Süleyman‘a şöyle yanıt vermiştir:
“Karşımızda yükselmek özlemi ile ellerini bize uzatmış milyonlarla halk var. Bir milletin genel kültürü, birkaç estetik hocasının araştırmalarının sonuçlarıyla ölçülemez. / Halk için edebiyat olmazmış… Ne saçmalık! Halk bilgisizlik içinde boğulsun, koca bir millet yok olmaya mahkûm olsun, biz karşıdan bakalım, öyle mi? Siz edebiyatı kendi aranızda geçerli bir kalp paraya, yalnız seçkinlere özgü bir şifreye çevirmek istiyorsunuz.”
Eserlerinde yalın bir aslına uygunluk göze çarpar. Hüseyin Rahmi eserlerinde canlı bir İstanbul’u en iyi ele alan ve anlatan yazarlardan biridir. Dönemin İstanbul’undaki farklı kesimlerden insanları, yaşayış biçimleri, kültürleri ve şiveleriyle; hiçbir ayrıntıyı atlamadan işlemiştir. Bu açıdan bakıldığında Hüseyin Rahmi eserleri tam anlamıyla ‘yerli’ olan ilk yazınlardandır denilebilir. Gotik unsurlarla yoğurduğu üç romanı “Gulyabani”, “Cadı” ve “Mezarından Kalkan Şehit” için de bu durum değişmez. Korkulan figürler de, bu karakterlerin bu figürler karşısındaki davranışları da tam anlamıyla yerlidir ve toplumun gerçeklerini yansıtır.
Diğer tüm Hüseyin Rahmi eserleri gibi “Gulyabani” ve “Cadı” da halkı bilinçlendirme isteğinin tahakkümü altında yazılmış romanlardır ve konu edilen hayaletler, canavarlar, efsaneler ve olağanüstü hadiseler, romandaki her şey gibi okuyucuyu düşündürmeye, ama bunu yaparken de güldürmeye hizmet eder. Ayrıca her iki romanın da finali, hikayedeki tüm korkunç olayların mantıkla izah edilebilir olduğunu göstererek biter. Bu bakımdan Hüseyin Rahmi’nin gotik olayları rasyonel açıklamalarla çözüme götüren Ann Radcliffe’in çizgisine yakın olduğu söylenebilir.
Ancak tüm bu özellikler, korkunç hadiselerin ciddiye alınmadığı ya da kurgunun diğer bölümleri kadar etkili olmadığı anlamına asla gelmez. Aksine korku ögeleri yer yer okuyucuyu gerçekten sarsıp tedirgin edecek kadar baskındır ve Gotik eserlerin ortak özelliği olan mekân-korku ilişkisi de bolca işlenmiştir. Tabii İngiliz menşeli korku romanlarından farklı olarak bu mekânlar ürkütücü kaleler değil, eski köşkler ve konaklardır.
GULYABANİ
Ertem Eğilmez‘in 1976 yılında bu romandan uyarladığı Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Şener Şen ve Adile Naşit‘li kült Yeşilçam filmi “Süt Kardeşler” sayesinde bir dönem yediden yetmişe herkesin tanıdığı ‘gulyabani’, Türk edebiyatının en ünlü korku figürüdür dersek herhalde abartmış olmayız. Orijinal kitabın kurgusu filmden oldukça farklı olmasına rağmen ortak noktalar da mevcut. Ama o ortak noktalar sadece ana fikri yansıttığı için bahsi geçen filmi uyarlama değil, esinlenme olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır belki de.
Roman, “Hanımnineden Yazar Mektup” ve “Cevap” başlığı ile verilen iki mektup içerir. Başlangıç bölümünde verilen bu mektuplar kurgu mudur, yoksa gerçek payı var mıdır bilinmez; ama Hüseyin Rahmi tarafından tek bir amaçla kitaba dahil edildikleri aşikardır: ‘tarafını belli etmek’… Daha önce de defaatle belirttiğimiz gibi, Hüseyin Rahmi toplumcu bir yazardır çünkü ve tüm romanları gibi “Gulyabani”yi yazmasının da amacı salt eğlence değil; okuyucusunu bilinçlendirmektir. “Cevap” mektubunda bu niyetini şöyle ifade etmiştir:
“… Teknik ve ciddi bilimadamlarının tenkitlerini ve azarlamalarını çekmeksizin sizi manevi âlemin kendimce olan sırlarında dolaştırdıktan sonra gene madde dünyasına döneceğiz. Roman, bir gariplik toplamı olmakla birlikte yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulacak.”
Hikâye, anlatıcının (yazar) başkarakter Muhsine Hanım’ı tasviri ile başlar. Hüseyin Rahmi’nin çocukluğunun geçtiği Aksaray’daki ev, giriş için seçilen mekandır. Yazar, kış gecelerinde kadınlar arasında yapılan, öykülü sohbetli boza partilerinden bahseder. Muhsine Hanım işte bu partilerin aranan yüzü olarak masalcı mahalle kocakarılarının tipik bir örneğidir. Ayrıca, kocası Hacı Efendi’nin ilgisini diri tutmak amacıyla süslenip püslenmesiyle, Hüseyin Rahmi’nin birçok kitabında görülen ‘ruhunda genç kız hevesleri taşıyan yaşlı kadın’ tiplemesinin de özelliklerini taşır.
Bu kısa tanışmadan sonra romanın asıl kurgusuna sıra gelir. Muhsine Hanım’ın anlattığı hikayeler içinde en ünlüsü olan ‘gulyabani olayı’nın, kadının gençliğinde başından geçmiş bir hadise olduğundan bahsedilir ve yaşanmışlığı vurgulanır. Yazar, Muhsine Hanım’dan tüm ayrıntılarıyla dinlediği bu öyküyü kendi cümleleri ile nakletmeye başlar. Bu andan sonra Muhsine Hanım artık hem başkarakter, hem de anlatıcı konumuna geçer ve böylece romanın gotik unsurlarla bezeli hayal dünyasına girilir.
Kocasından kötü muamele görüp boşanan ve böylece genç yaşta dul kalan Muhsine, geçimini sağlamak için konaklarda hizmetçilik yapmaya başlar. Lakin şans yine yüzüne gülmez ve kalıcı bir iş bulamaz. Sonunda haline acıyan eski aile dostu Ayşe Hanım, İstanbul’un epey dışında, ıssız bir yerdeki Yedi Çobanlar Çiftliği’nde ona iş bulduğunu söyler. Ama tek bir şart vardır; göreceği şeylerin aslını öğrenmeye çalışmayacak, duyduğu bildiğini de konaktan dışarı sızdırmayacaktır. Bu gizliliğin sebebi kısa zaman sonra ortaya çıkar. İki kadını çiftliğe götüren arabacının sözleri, okuyucunun ne ile karşılaşacağını haber vermektedir.
“… Çiftliğin sahibi Hanımefendi perilere karıştı, çıldırdı. İç bahçedeki havuzun kenarında her akşam cinler toplanırmış. Hanımefendi gidip onlarla oturur, konuşurmuş. Hanım’dan başka gece bahçeye çıkanları periler boğarmış. Oraya giden erkek, kadın hizmetçilerden hiçbiri sağ dönmez. Sular karardıktan sonra o yakınlarda kimseler dolaşmaz. Kurtları kuşları bile çarparlar.”
Daha gideceği yere varmadan bu konağın ‘netameli’ olduğunu öğrenen Muhsine vazgeçmek istese de, Ayşe Hanım’ın demirden iradesi karşısında ağlaya sızlaya yolculuğuna devam eder. Sonunda çiftliğe varırlar ve bin bir türlü olağanüstülüğe şahit olacağı hizmetçilik hayatı başlar.
Konağın diğer iki emektarı Çeşmifelek Kalfa ve Ruşen Kadın, sürekli cinlerden perilerden bahseden, başlarına gelen tuhaf hadiselere iyice alışmış ve kabullenmiş kimselerdir. Hüseyin Rahmi bu iki kadının şahsında halkın olağanüstü durumlara karşı takındığı tavrın trajikomik yönlerini sık sık vurgulamıştır. Kapı eşiği atladıkça “destur” demek, incir köküne şeker şerbet dökmek, çıngırakla cin çağırmak, kedileri köpekleri ecinni taifesinden saymak gibi bir çok batıl inanç, bu iki karakter üzerinden konu edilir. Hele Ruşen Kadın’ın Muhsine’ye tembihleri evlere şenliktir.
“… Mavili esvap giyme. Uçkurunu Kıble’ye karşı bağlama. Kuşağını kördüğüm etme. Yatağını duvar kenarına yapma. Akşamları saç örgülerini çöz. Gözlerini birbiri üstüne yedi defadan fazla kırpma. Seni korkuttukları vakit ayak başparmaklarının tırnaklarını birbirinin üstüne sürt. İki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas. “Emret ey Cin! Hazırım” diye bağır. Gönlünü ferah tut, inancın tam olsun. Bir şey olmazsın.”
Gotik edebiyatın temel özelliği olan mekân-korku ilişkisine en bariz örneklerden biri de, Munise’nin bir akşam evin içinde dolaşırken girilmesi yasak olan odalardan birine girdiğinde başına gelenlerdir.
“… Köşkün iki dairesini birbirine bağlayan bir geçit vardı. Elimde şamdanla oraya yürüdüm. Her adımımda belki on desturla sonuna kadar gittim. Nihayette önüme bir kapı çıktı. Yokladım, sımsıkı kilitliydi. Kulak verdim. Bir şey duymadım. Geri döndüm. Demin gördüğüm odanın yanında bir oda daha vardı. Odanın kapısını karıştırdım, açıldı. Ama bana edilen tembihlere göre buraya hiç mi hiç girme yoktu. Şamdanı içeriye tutarak başımı uzattım: Bomboş, tozlu koca bir oda… Bir “Tur-u kuşiyye” duası daha okuyarak tekmil cesaretimi topladım. Zaten ben bu cinler evinde ya çıldıracaktım, ya da bir gün perilerin kızgınlıklarına uğrayarak geberecektim. Kokulu otlarımı serpe serpe içeriye girdim. Ne peri vardı, ne cin… Besbelli bana oyunlarını sonradan oynamak için ses çıkarmıyorlardı.”
Bundan sonra konakta bir hayli acayip hadise vuku bulur. Bahçedeki peri meclisinden, gulyabaninin ortaya çıkışına kadar akla hayale gelmedik çeşit çeşit olaydan sonra gizemler çözülmeye başlar. Kurgu, Hüseyin Rahmi’nin en başta söz verdiği gibi, ruhani dünyadan maddi dünyaya döner ve roman ‘yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulur’.
CADI
Tıpkı “Gulyabani” gibi, “Cadı” romanında da toplumu bilinçlendirme isteğinin bir ürünüdür. Ama bu kez konu edilen metafizik yaratıklar, ecinniler yerine öldükten sonra da dünyayı terk etmeyen hayaletlerdir. Hüseyin Rahmi korku ögelerini bu kez doğudan değil, batıdan seçer. Spiritizma ve medyumluk üzerine geniş tartışmaların yer aldığı kitabın öğretici yönü de bu açıdan bakıldığında “Gulyabani”den daha fazladır.
Roman, kocasının ölümü üzerine dul kalıp, küçük kızı ile birlikte dayısının yanına yerleşen Fikriye karakterinin, yengesi Emine Hanım tarafından yeniden evlenmeye ikna edilmesi ile başlar. Kitabın bu giriş bölümü gotik ögeler içermemekle birlikte, toplumun yaşlanmaya ve evliliğe bakış açısını yansıtması bakımından dikkate değerdir. Emine Hanım’ın şahsında kadınların ve erkeklerin evliliğe bakış açıları dillendirilir.
Bir zaman sonra Klavuz Kadın’ın biri Fikriye Hanım’a bir talip müjdesi ile gelir. Tunus gediği olarak nitelediği Naşit Nefi Efendiyi anlatmaya başlar, öve öve bitiremez. Naşit Nefi Efendi’nin ilk karısının ölmüş, ikinci karısından da boşanmış olması ise Fikriye’de bazı şüpheler uyandırır. Fakat yengesinin engel olmasıyla sorularına cevap alamaz. Hazırlıklar böylece sürerken, nihayet bir gün eve Hasibe Hanım adında eski dostlarından yaşlı bir kadın gelir ve Fikriye’yi uyarır. İşittiklerine göre Naşit Nefi Efendi’nin ölen ilk karısı Binnaz Hanım cadı olmuştur ve kocasının evlendiği kadınları boğmak için geceleri mezarından çıkıp gelmektedir. Emine Hanım’ın böyle şeylerin akla uygun olmadığını, mutlaka iftira ettiklerini söylese de; işin aslını anlamak üzere hep birlikte Naşit Nefi Efendi’nin boşandığı karısı Şükriye Hanım’ın evine gidip olanları birinci ağızdan dinlemeye karar verirler. Şükriye Hanım’ın evinde hikayenin dinlenmeye başlamasıyla esas kurguya da girilir. “Gulyabani” romanında da olduğu gibi “Cadı” da bu günden geçmişe dönerek kurgulanmıştır ve anlatıcı Şükriye Hanım bu andan sonra hikayenin başkarakteri olur.
Gelinlik çağı gelen Şükriye, annesi taliplerinden hiçbirini beğenmeyince bir süre evlenemez. Sonunda ailesi kızlarının evde kalacağından endişe etmeye başladığında Naşit Nefi Efendi, genç kızla evlenmek ister. Tıpkı Fikriye’ye olduğu gibi Şükriye’nin de kulağına cadı dedikoduları geldiyse de, Şükriye’nin babası bu söylentilere kulak asmaz ve kızını evlenmeye ikna eder. Böylece Şükriye ve Naşit Nefi Efendi evlenirler.
Şükriye’nin gelin gittiği Naşit Nefi Efendi’nin evi, romanın mekân-korku ilişkisinin kurulduğu ögesidir. Bu ilişki, yalının Şükriye Hanım tarafından yapılan tasvirinde açıkça görülür.
“Buradaki insanlara biraz alıştım. Fakat bir türlü yalıya ısınamadım. Büyük büyük loş sofalar, karanlık geçitler… Aşağıdaki geniş taşlık, ev altından daha çok bir ayazmayı andırır. Gamlı bir loşluk içindeki duvarlarından şıpr şıpır rutubet damlar. Bir kenarda duran üstü örtülü sandal, iç sıkan görüntüsüyle burasını cami tabutluklarına benzetir… Oynak dalgalar üzerinde oynayan ışınlar, denize bakan pencereden güherçileli duvarlarda yansıdıkça kumaş kumaş titreşimler yaparak insanın etrafında görünmez varlıklar dolaşıyor gibi yüreklere bir ürküntü verir. Yalının arkasındaki dar sokağın öbür yanı dağdır. Duvar diktiğinde sarp kayaların üzerinde yetişmiş bodur ormanlık loş ve esrarlı gölgeleriyle yüreklere kuruntu doldurur. Yalının penceresinden başımı kaldırıp, insanın üzerine yıkılacak sanılan bu koruluğa bir göz atınca ormanın bütün yılanı, çıyanı, ifriti, perisi yukarıdan bana bakıyorlar sanırım.”
Bir zaman sonra yalıda esrarengiz hadiseler vuku bulmaya başlar. Eşyalar kaybolur, evin düzeni bozulur, Binnaz Hanım’ın ağzıyla yazılmış bir çok notlar ortaya çıkmaya başlar. İş o dereceye gelir ki Şükriye ve eşi Naşit Nefi Efendi yatak odalarında dahi Binnaz Hanım’ın hayaletinin tacizlerine maruz kalırlar ve yataklarını ayırırlar. Başta iki eş olmak üzere aile bu duruma bir son vermek için bir ispritizma derneği ile iletişime geçer ve evlerinde bir seans düzenlerler.
Toplantı boyunca dernek başkanı ve Şükriye’nin babası ispritizma ve bilim üzerine hayli uzun bir tartışmaya tutuşurlar. Hüseyin Rahmi, bu tartışma boyunca hayaletleri, hortlakları ve türlü efsaneleri, ölümden sonra ne olduğunu, bilimin buna nasıl baktığını uzun uzun irdeler. Romanın akışını hayli bozan bu sahne, yazarın kitabı yazma amacını tekrar gözler önüne serer.
Tartışma bittikten sonra ruh çağırma seansına başlanır. İşin en tuhaf yanı, bu seans sayesinde gerçekten de ruhlarla iletişim kurarlar, hatta Şükriye’nin ‘septik’ olarak nitelenen babasında büyük bir ‘ruh akımı’ olduğu dahi ortaya çıkar. Toplantı boyunca ruhların masayı tıkırdatması, koltuğun yerini değiştirmesi ve bir ruhun Şükriye Hanım’ın babasının elini kullanarak kağıda yazı yazması kabilinden türlü medyumluk tecrübelerine şahit olunur. Ama romanın gizemleri de bu seanstan sonra çözülmeye başlar ve tıpkı “Gulyabani”de olduğu gibi tüm olaylar mantıklı ve açıklanabilir sebeplere bağlanır.
Her iki romanda da mekân-korku ilişkisi romanın bütününü etkileyen bir unsur değil, belirli anlarda sahnenin gerilimini artırmak için vurgulanan bir nitelikle sınırlı kalmıştır. Yazar, daha çok kurgunun ve olay akışının üzerinde durur ve mekanların ürpertici özelliklerini bir kenarda bırakır.
Gotik metinlerin bir diğer özelliği de ironik üsluplarıdır. Hüseyin Rahmi de, bazıları oldukça ürkütücü olan sahneleri yazarken dahi kitabın geneline hakim olan trajikomik atmosferi korur. Bu mizahi tavrı kitaptaki korku hissinin çok fazla yükselmesine izin vermese de, cehaletin gülünçlüğünü de vurgulayarak yazarın toplumsal mesaj verme amacına ulaşmasını sağlar. Aynı eleştirel üsluba romanın belirli bölümlerinde insanların kötülüğünü, dünyanın yozlaşmışlığını vurgulaması ile de şahit oluruz. Klasik Gotik metinlerle benzerlikler taşıyan bu özellikleri, her iki romanın da Gotik edebiyat başlığı altında incelenmesini kolaylaştırır.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, aslen natüralist ve gerçekçi özellikler taşıyan yapıtlar üretmesine rağmen, eserlerinde Gotik ögelere de yer vermiş ve toplumcu bir yazar olarak bunlar üzerinden halkı bilinçlendirmeye çalışmıştır. Güzel de yapmıştır.
Hala Hüseyin Rahmi ile tanışmayanların tanışması, zaten tanıyanların da daha iyi tanıması temennisiyle,
Keyifli okumalar!