Gotiğin 18. yüzyılda Aydınlanma Karşıtlığı‘nın bir ifadesi olarak yeniden uyanışı başlangıçta sadece görüntü ile ilgiliydi; İngiliz asillerine Orta Çağ atmosferi taşıyan şatolar, kaleler, malikaneler inşa ettiren mimari bir modaydı. Ancak bu moda o çağın Avrupa’sındaki kültürel ve ideolojik yapıda bir çeşit anomaliydi. ‘Gotik’ kavramı hem barbarlık, şiddet, baskı ve zulümle ile özdeşleştiriliyordu, hem de çağrıştırdığı çağa bir çeşit ilgi, hatta beğeni söz konusuydu. Bu bile kendi başına yeterince şaşırtıcı olmakla birlikte işler mimari bir modayla sınırlı kalmamış; gotik, en çarpıcı etkiyi edebiyat dünyası üzerinde yapmıştı. Çarpıcıydı; çünkü roman -mimariden farklı olarak- zaten 18. yüzyıl için modern bir olguydu ve böylesine modern bir alanda karanlık Orta Çağ anlatılarından ilham alan bir ürünün ve ardıllarının ortaya çıkışı, edebi çevrelerin büyük bölümü tarafından ‘kabul edilemez’ bulunmuştu.
Gotik edebiyatın ilk gerçek ürünü; gotik mimari modasına da hevesle uymuş ve Strawberry Hill‘de gotik bir kale inşa edip içini her türden gotik eserle doldurarak adeta kendi ‘karanlık oyun bahçesini’ yaratmış Horace Walpole‘un, “Gotik Bir Öykü” alt başlığıyla piyasaya sürdüğü “The Castle of Otranto”ydu (Otranto Şatosu). Walpole, ilk baskısı 1764’de yapılan kitabına yazdığı ön sözde, kendi eserini Orta Çağ ve modern romansların (ing: romance veya chivalric romance) sentezlendiği yeni bir tür olarak tanımlıyor ve böylece edebi çevreleri de kışkırtıyordu. Çünkü Walpole’un döneminde ‘romance’ sözcüğü, Orta Çağ anlatıları için kullanılan bir kavramdı. Türkçe’ye roman olarak çevirdiğimiz ‘novel’ ise köken olarak ‘yeni’ (ing: new) sözcüğünden geliyordu ve romanstan farklı olduğunu belirtiyordu. İşte Walpole bu iki kavramı genel anlamından farklı bir biçimde kullanarak yeni çağın anlatılarının da bir çeşit romans olduğunu söylüyor, böylece bu iki tarzı sentezlediği kendi kitabının romans özellikleri taşımadığı söylemlerine karşı da gardını peşinen almış oluyordu.
Sözün burasında Orta Çağ romanslarının bazı özelliklerini açıklamak gerekiyor. Romanslar Orta Çağ’ın tüm o aydınlanmamışlığının özelliklerini taşıyordu. Bunlar, epik hikayelerdi. Genellikle bir arayış ile yola çıkan ve çeşitli maceralar yaşayan yüceltilmiş kahramanlar, gerçek hayata aykırılık, doğaüstü olaylar ya da ihtimal dışı tesadüfler gibi doğaüstüyle sınırlı olmayan inanılmaz olaylar içeriyorlardı ve daha da önemlisi; eğitici değil, salt eğlendirici, akla değil duygulara hitap eden, yani yararsız, hatta yer yer zararlı addedilen yazınlardı. Miguel de Cervantes ünlü “Don Kişot” (orj: El ingenioso hidalgo Don Quijote de La Mancha – Marifetli Ayan Don Kişot de La Mança; 1605) romanında, yeldeğirmenlerine saldıran şövalye Alonso Quijano, nam-ı diğer Don Kişot ile bu epik hikayelerden fazlaca etkilenip hayli tuhaf ve gülünç durumlara düşen bir karakter ortaya koyuyor ve romansları böylece yeriyordu.
“The Castle of Otranto”, işte bu özelliklerin tümünü taşıyan ve eğitici olma kaygısını da pek taşımayan bir romandı. Yine de gerek Otranto’ya, gerek ondan sonra yazılan ardıllarına bakıldığında orta çağın yüceltilmediği, aksine kimi orta çağ kurum ve normlarının yerildiği görülür. Örneğin; orta çağın mülkiyet ve yönetim ilişkileri, bu ilişkilerin gelişmesi için yapılan önceden belirlenmiş veya zoraki evlilikler ve bu evliliklerde kurban durumuna düşen bireyler (özellikle kadınlar)… Ama hikayeler sonuca ulaştığında ileri doğru bir değişim gözlenmez ve genellikle paradigmanın içinde kalırlar.
Elbette bu roman, öylece kendi kendine ortaya çıkmamıştı. Ortanto’nun yazıldığı dönem tam da modern romanların orta çağ romansları karşısında yüksekte görüldüğü bakış açısının sorgulanmaya ve orta çağ romanslarına farklı bir gözle değerlendirilmeye başlandığı dönemdi. Bu konuda araştırmalar yapan iki yazardan Thomas Warton, Edmund Spenser‘ın 1590 tarihli “The Faerie Queene” (Periler Kraliçesi) epik şiirini incelerken fantezi unsurlarını toplumsal gerçeklerin alegorileri olarak ele alıyordu. Orta Çağ’a ait Fransızca metinleri inceleyip geniş bir inceleme yazan Richard Hurd‘ün benimsediği bakış açısı da buydu. Bu romansların alt metinlerinde işlenen şey sınıfsal ayrımlardı. Örneğin hikayelerdeki kurgusal devler, baskıcı feodal lordları temsil ediyordu. Araştırmacıların üzerinde durduğu diğer bir nokta da şuydu: Orta Çağ, tüm barbarlığına rağmen hayal gücünün serbestliğine imkan vermiş, modernite ise uygarlığı kazandırırken, şiirselliğini yitirmişti.
17. yüzyılın sonlarında gündeme gelen ‘sublime’ kavramı (Türkçe’ye ‘yüce’ olarak çevrilebilir) ‘güçlü duygular uyandıracak bir biçimde yazma’ arzusunu doğurdu. Başlangıçta bir kısım eleştirmen ve yazar, ‘sublime’ kavramını doğanın taklidi olan ‘mimesis’ gibi temel klasik kavramların karşısına koyuyor ve anlatılara fantastik unsurlar katmayı duygu uyandırıcı özelliğe sahip olduğunu söyleyerek savunuyordu. Örneğin, geleneksel hayalet hikayeleri şairler için mükemmel esin kaynaklarıydı. 1720’lerden 1740’lara kadar oldukça popüler olan ‘mezarlık ekolü’ şair ve yazarları işte bu yönelimin en açık ürünlerini verdiler. Eserlerinde doğaüstünü olduğu gibi kullanan şairlerden William Collins‘in genç yaşta akıl sağlığını yitirerek ölmesi karşıt cephe tarafından kendi haklılıklarının kanıtı olarak gösterildiyse de etkisi olmamış ve Ortanto’nun ortaya çıktığı döneme yaklaşıldığında hayal gücünü genişletme argümanı hayli güçlenmişti. Yani Horaca Walpole eserini yazdığında, böyle bir eserin ortaya çıkması için şartlar tamamen olgunlaşmış durumdaydı. Övgü ve yergi ile karışık değişik tepkiler alan Otranto’dan sonra yeni gotik romanlar hemen gelmedi ve eser bir dönem türünün tek örneği olarak kaldı. Gotik romanlardaki esas patlama 1780’lerin ortalarında başlamıştı.
İngiltere’de ‘Romanların Yükselişi’ 1740’lara denk düşer. 1760’a kadar ticari açıdan çok başarılı romanlar basılmıştır. 1770’lerde ise bu yükseliş yerini düşüşe bırakır. Araştırmacılar bu düşüşte Amerika’daki sömürge savaşının ekonomiye etkilerinin de payı olduğunu savunsa da, diğer bir etmenin de romancıların, romanların içeriğine ilişkin kendi kendilerine koydukları sıkı kurallar ve sınırlamaların yeni ve orijinal fikirler çıkarmalarını zorlaştırdığını, bunun da bir tıkanmayı beraberinde getirdiği görüşü de kuvvetlidir. Romanın düşüşünden sadece birkaç yıl sonra, 1780’de gotik romanların patlama yapması bu ikinci argümanı daha muhtemel göstermektedir. 1788-1807 yılları arasında İngiltere’de basılan romanların yüzde otuzu gotikti. Bu oran 1795’de yüzde otuz sekiz ile zirve yapmış, daha sonra yavaş yavaş inişe geçmiş ve 1820’den sonra sürekli olarak yüzde on bandının altında kalmıştır.
Gotik roman ile Fransız Devrimi arasında da bir ilinti kurmak mümkün. Bu ilişkiye dair ipuçları Marquis de Sade‘nin yazınlarında görülebilir. Çağının en önemli düşünürlerinden biri olan ve sadizme isminin verilmesine neden olacak kadar kötü bir üne sahip De Sade, 1807 yılında Gotik hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etmişti: “Kurulu düzene şiddetli bir meydan okumayı ‘fantezi diyarında’ ifade etmeyi başaran ‘bu janr, bütün Avrupa’yı sarsan devrimci şokların kaçınılmaz bir ürünü’dür.”
Tarihler de bu ilişkiyi doğrular niteliktedir. Fransız Devrimi (1789), Eylül Katliamı (1792) ve Kral 16. Luis’nin idamı (1793), gotiğin yükseldiği ve zirve yaptığı dönemdedir. Bu veriler Fransız Devrimi ve gotik arasında doğrudan ilişki kurulması için yeterli değilse de, gotiğin yükselişe geçmeye başlaması Fransız Devrimi’nden önce başladığı için genel bir arka plan oluşturmadan söz edilmesi yanlış olmayacaktır.
Siyasi gelişmelerin gotik romanların konularını doğrudan etkilemesi ise Almanya’da kendini göstermişti. 1789 Devrimi’nden sonra Avrupa’da cumhuriyetçi devrimci akımlara karşı baskıcı bir yönelim ortaya çıkmıştı. İngiltere’de kendini ‘vatana ihanet yargılamaları’ olarak gösteren bu yönelim, Kıta Avrupası’nda özellikle gizli anti-monarşist komplocu odaklar olarak görülen masonik faaliyetlere karşı ciddi bir paranoyayı da beraberinde getirmişti. Almanya’da da işte bu masonik komplolar ve engizisyon faaliyetlerini konu edinen bir roman furyası ortaya çıkmış ve çevirileri de İngiltere’de son derece popüler olmuştu. Dönemin popüler İngiliz romancıları, gizli komplolar, gizli mahkemeler gibi motifleri kısa sürede eserlerinde kullanmaya başladılar; gotik edebiyatın altın çağının en önemli iki ismi olan Ann Radcliffe‘in “The Italian” (İtalyan; 1797) ve Matthew Lewis‘in “The Monk” (Keşiş; 1796) eserleri bu esinlenmeye örnektir.
Altın çağındaki gotik romanlarda iki gruplaşma görülür. Doğaüstü unsurları gerçekliğin yerine koyanlar, ve doğaüstü unsurlar kullansalar da öykünün finalinde rasyonel açıklamalar getirenler. Birinci grubun ilk örneği “The Castle of Otranto”dur, ikincisinin en erken örneğini ise Clara Reeve, “The Old English Baron” (Yaşlı İngiliz Baron; 1777) adlı romanıyla vermişti. Döneminin en üretken yazarlarından biri olan Ann Radcliffe de ikinci gruptandı. Tanzimat dönemi yazarlarından Ahmet Mithat Efendi tarafından Osmanlıca’ya da çevrilen “Mysteries of Udolpho” (Udolf Hisarı; 1794) gibi gotik başyapıtlar veren Radcliffe, mekan tasvirlerini büyük bir ustalıkla yaparak her kesimden beğeni kazanmıştı.
Matthew Lewis ise birçok açıdan Radcliffe’in zıttı. Lewis, ‘gotiğin altın çağının en önemli iki yazarından biri olma’ konumunu yayınlandığı dönemde büyük sansasyona neden olan kötü ünlü tek romanı “The Monk”a borçlu olsa da, ünvanını sonuna kadar hak ediyordu. Onun döneminde en popüler gotik yazarlar kadındı. Az sayıdaki erkek gotik romancıdan biri olan Lewis, ününü eserlerindeki dile veya anlatıma değil, cüretkarlığına borçludur ve çağının adeta ‘lanetle’ anılan yazarlarından biri olarak tarihe geçmiştir. Tutucu İngiliz çevrelerde adeta infiale yol açan “The Monk”, neredeyse din düşmanlığına varan karşıt düşüncelerini her fırsatta ve her mecrada ifade eden yazarın tam da istediği gibi bir etki uyandırmış ve edebi çevrelerde bir ahlaksızlık ve inançsızlık örneği olarak algılanmıştı. İtalyan asıllı yazar, araştırmacı ve eleştirmen Giovanni Scognamillo‘nun deyimiyle gotiğin “adım adım kapkara boyutlara, isyana ve inkarcılığa kaymasının” başlangıcı olan “The Monk”, sonraki yıllarda bir çok ‘keşiş romanı’nın yazılmasını tetikledi ve gotik edebiyatta önemli bir alt kol oluşturdu. Bu keşiş romanlarının en tanınmış örneklerinden biri de Victor Hugo‘nun kült eseri “The Hunchback of Notre-Dame”dir (Notre Dame’ın Kamburu; 1831).
On dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde düşüşe geçen gotik roman, bu tarihten sonra eski popülerliğini bir daha hiç kazanamasa da, Victoria döneminde de varlığını sürdürdü. Ancak bu yüzyılda gotik edebiyat anlayışı katı bir tür olmaktan çıkmış, salt gotik romanlar yerine içinde gotik unsurlar olan fakat diğer türlere ait eserler veya gotik sayılabilecek fakat diğer türlerin de temel özelliklerini taşıyan eserlerle edebiyat dünyasında yer almaya devam etmiştir. Örneğin, Mary Shelley‘nin kült eseri “Frankenstein; or, The Modern Prometheus” (Frankenstein ya da Modern Prometheus; 1818), aynı zamanda bir bilim-kurgu romanıdır. Bram Stoker‘ın ünlü romanı “Dracula” (Drakula; 1897) ise Transilvanya’da geçen gotik ilk bölümünden sonra, ikinci bölümde adeta bir dedektif öyküsüne dönüşür.
Ama gotik edebiyata ciddi bir ağırlık koyan vampir figürü, “Dracula” ile ortaya çıkmamıştı. Vampir romanlarının erken örneklerinden biri, Sherdan Le Fanu tarafından 1871-1872 yıllarında üç bölüm halinde yayınlanan “Carmilla”ydı. “Dracula” ise, bu romanlardan en fazla popülarite kazanmış olanıdır.
İngiliz edebiyatında bunlar oladursun, gotik edebiyat Kıta Avrupası’nda da etkisini sürdürmüş, Fransız ve Alman yazarlar çeşitli dönemler halinde kendine özgü tarzda gotik eserler vermeye devam etmiş, keza Slav edebiyatında da gotik ürünler ortaya çıkmıştır. Ama gotik edebiyata yeni bir açılım getiren şey okyanus ötesine geçip yeni dünyaya ulaşması olmuştur.
Avrupa’nın aksine Orta Çağ’ı yaşamamış olan Amerika’da, “Amerikan Gotiği” denilen özgün bir tarz oluşmuştu. Amerikan Gotiği’nin en önemli ismi ise hiç şüphe yok ki Edgar Allan Poe‘dur. Amerikan edebiyatının, büyük izler bırakmış, en dikkat çekici yazarlarından biri olan Poe’ya göre; “nasıl ki ‘güzellik’ en iyi şiirde ifade edilebilirse, korku ve dehşetin ideal biçimi de ‘öykü’dür”. En önemli gotik öykülerinden “The Fall of the House of Usher” (Usher Evi’nin Çöküşü; 1839) ve “The Pit and the Pendulum” (Kuyu ve Sarkaç; 1842), Poe’nun en çok işlediği temalardan ‘ölüm ve ölüm korkusu’ öne çıktığı gotik eserlerdir. Zaten yazar da “The Philosophy of Composition” (Yazının Felsefesi; 1846) adlı denemesinde şöyle demiştir:
“Tüm melankolik temalarda, âdemoğlunun evrensel anlayışına göre en melankolik olan nedir?’ Açık cevap ‘ölüm’dür.”
Bugün ise artık edebi mecranın dışına taşmış ve bir çok sanat dalında da kendine yer bulmuş olan Gotik, modern kültürü büyük ölçüde yönlendirmiş durumda. 1790’larda Lewis ve Radcliffe’ten Shelley’nin “Frankenstein”nına, Robert Louis Stevenson‘ın geç Viktoria döneminin doğruğunda yayınladığı “Strange Case of Dr Jekyll and Mr Hyde”ından (Dr. Jekyll ve Mr. Hyde; 1886) Stoker’ın “Dracula”sına kadar, gotik eserlerin konu edindiği korkular, edebiyatın yirminci yüzyılın küresel kültürüne yaptığı en büyük etkilerinden birini oluşturuyor.
Kaynaklar:
1. Richard Davenport-Hines, “Gothic: Four Hundred Years of Excess, Horror, Evil and Ruin” (1998)
2. Kaya Özkaracalar, Gotik (2005)