Pulitzer Ödülü Amerikan şair Wallace Stevens, “Şeytanın ölümü, hayalgücü açısından bir trajediydi” der. İngiliz tarihçi Richard Davenport-Hines ise Gothic: Four Hundred Years of Excess, Horror, Evil and Ruin (Gotik: Aşırılık, Dehşet, Kötülük ve Yıkımın Dört Yüz Yılı) kitabında ‘şeytanın ölümü’nü on yedinci yüzyıl gotiğinin kurtuluşu olarak niteler ve şöyle devam eder sözlerine: “Şeytana ve cehenneme olan inanç Hıristiyanlıkla birlikte gerilerken, insanlar şeytan rolünü üstlenir ya da cehennemin yeni biçimlerini keşfeder oldular”.
Gotik akımının yeni çağın kötülük anlayışını nasıl oluşturduğuna geçmeden önce ‘Gotik’ kavramını ve bu kavramın kaynağı olan ‘gotlar’ın kim olduğunu açıklamak gerek. İskandinavya ve Doğu Avrupa kökenli olup M.S. 410 yılında Roma’nın gücünü kırarak başkenti talan eden kabilelere, Yunan ve Romalı yazarlarca ‘Got’ denilmişti. Gotlar ve onların acımasızlığının Romalı ve Batı Avrupalı halkların tepesinde ateşten bir kırbaç gibi uzun yıllar boyunca savrulması, sonunda bu kavramı bir halk isminden çok; savaş, yıkım ve barbarlıkla ile eş anlamlı bir terim haline getirdi. ‘Got’ sözcüğü bugün bile hakimiyet kurma ihtirası, zalimlik ve yıkıcı güçle ilişkilendirilmektedir.
Gotların önüne kattığı yıkım ve ardında bıraktığı kin, Orta Çağ Avrupası için adeta doğal felaket niteliğindeydi. Artık Tanrı, gönlünün alınmasına ihtiyaç duyulan bir otoriteydi ve orta çağın gotik sanatı işte bu aşırı korku ortamında doğdu. 13. yüzyılın ortalarında ‘Gotik’; Fransa, Almanya ve Kuzeybatı Avrupa’da gelişmekte olan bir mimari üslubu tanımlar hale geldi ve görkeminin en uç noktasına katedrallerde erişti. Böylece Romanesk‘in yerini alan Gotik sanat, yüzyıllar boyunca hakimiyetini sürdürdü. Fakat korku; ürünlerindeki tüm o zarafete ve görkeme rağmen bağnaz ve karanlık bir toplum yapısı da yaratmıştı. Orta çağı esir alan Hristiyan skolastiği işte bu toplum yapısının bir ürünüydü.
14. yüzyıldan 16. yüzyılın ortalarına kadar süren Rönesans hareketlerinin Avrupa’ya yaşattığı aydınlanma, yepyeni bir bakış açısını da beraberinde getirdi. İsviçreli tarihçi Jacob Burckhardt‘ın, Fransız tarihçi Jules Michelet‘in ifadesiyle tanımladığı gibi; Rönesans, “Dünya’nın ve insanın keşfi”ydi. Orta Çağ Avrupası’ndaki tüm insanlık ve mantık dışı ögeler ve öğretiler terk edilerek yeni baştan bir ‘insan olmak’ tanımının yapıldığı bu dönem; sanat, mimari ve edebiyatta da büyük bir değişime neden oldu. Gotik üslup sanat ve mimaride yerini önce klasik Rönesans sanatına, sonra Maniyerizm‘e ve nihayet Barok‘a bıraktı. 17. yüzyıla gelindiğinde ise ‘Gotik barbarlık’ artık kötülenen bir üsluptu. Bir zamanlar insanın içindeki göklere ulaşma arzusunu gösteren ve Tanrı’nın görkemini övmeyi amaçlayan yüksek ve dev kubbeler, ok gibi gökyüzüne uzanan sivri kuleler, narin sütunlar, dar kemerler, uzun pencereler, çeşitli figürlerle kaplı duvarlar, ağırbaşlı heykeller ve gotik mimariye dair akla gelebilecek diğer her şey, yeni çağın insanı tarafından hor görülüyordu.
Özellikle 18. yüzyıla hakim olan, aklın yüceliğini öven ve sadece aklı kullanarak gerçek bilginin elde edilebileceği, böylece de kusursuz erdem ve mutluluğun yakalanabileceği düşüncesi, kendi karşıtını da doğurmuştu. Aydınlanma felsefecileri, zorbaları destekleyen bencil papazların topluma bir armağanı olduğuna inandıkları ön yargıları, hataları, batıl inançları ve korkuları yok etmeye çabalıyorlardı; ama onların bu çabaları korkunun muhteşem olabileceğine inanan, hatta belki de bu korkuyu yaratıp besleyen düş gücüne hayranlık duyanlara berbat ve iç karartıcı görünüyordu. Aydınlanmanın yasalar tarafından yönetilen ve her şeyin açıklanabildiği bir evrene neredeyse takıntı düzeyindeki saplantısı, akılcılığa, akıl sağlığına ve düzene verdiği aşırı önem; insanlığın ihtiras ve korkuya da ihtiyaç duyduğu şeklindeki karşıt görüşü de ortaya çıkarmıştı. ‘Akıl Çağı’ artık sadece rasyonalizmi değil, irrasyonalizme karşı duyulan merak ve tutkuyu da besliyor; böylece eski bir cazibe nesnesinin yeniden uyanmasına da sebep oluyordu.
Gotiğin bu yeniden uyanışı akıl dışıcılığı, karamsarlığı ve sonuçta anti-hümanizmi yansıtan tarihsel bir süreçti. Orta çağ gotiğinin aksine bir korku nesnesine karşı verilen tepki değil, korkunun yok edilmek istenmesine verilen bir tepkiydi; karanlığın, dehşetin, aşırılığın ve yıkımın özündeki tutkuya hayranlık, ve ondan kurtulma fikrine karşı hissedilen memnuniyetsizliğin dışa vurumuydu. Ama en önemlisi; hakim düşünceye de bir başkaldırıydı. Got sanatçılar göre itaat etmek otoriteyi güçlendiren yegane şeydi ve her dönemde çağın egemen kültürüne yabancılaşan, değerlerine karşı çıkan ve hakim otoriteyle çarpışan sanatçılar güç sisteminin de karanlık anti-tezini ortaya koyuyordu.
İngiliz gotlar başlangıçta orta çağdan kalan yıkıntılardan etkilenmişti. Gotik, ürkütücü üstünlükleri çağrıştırmaktaydı ve inşa ettikleri sahte kaleler ve kiliselerde bu etkiyi oluşturmayı arzuluyorlardı. Inveraray‘de ilk gotik şatoyu inşa etmiş olan Argyll Dükü, bu yeni estetik anlayışı ‘Jacobite Rising’ (Jacobusçu isyanı, 1745) sonrasında İskoç köylü sınıfı korkutacak bir güç göstergesi olarak kullanıyordu. Inveraray modeli, özellikle 1790’larda Romalı Katolik köylü sınıfa karşı İrlandalı asiller tarafından da taklit edildi. Fakat çok geçmeden gotik sembolizmin yeni ekonomik ve politik güçlere karşı pek etkili olmadığı görüldü ve bu şatolar Anglo-İrlandalı gotların oynadıkları tiyatrolar için sahne haline geldiler. Benzer şatolardan birini kendisi için inşa eden Horace Walpole ise gotik edebiyatın ilk örneği kabul edilen romanında gotiği sahte, içi boş bir güce dönüştürmüştü bile.
Daha sonraki got sanatçılar kendi çağlarının yıkıntıları ile ilgilendiler; ahlaki çöküntüyle (Ann Radcliffe ve Matthew Lewis‘in yarattığı kötü kalpli keşiş tiplemeleri), fiziksel çöküntüyle (Marquis de Sade‘ın öyküleri ve Francisco Goya‘nın çizimleri), kalıtsal duygusal çöküntüyle (Edgar Allan Poe ve William Faulkner‘ın eserleri) ve sosyo-politik çöküntüyle (Mary Shelley‘in canavarı veya Robert Louis Stevenson‘ın Mr. Hyde’ı).
Politik karşıtlık geleneği ve çizgi dışılık saplantısı, gotiği 20. yüzyılın sonunda bir ‘biçimsizleştirme estetiği’ haline getirdi. İdealize edilmiş hümanist bir uyumu amaçlar görünen fakat sadece seyreltilmiş bir tekdüzelik rejimini empoze eden rasyonalizm yanlısı toplumsal denetim mekanizmalarına, bazen kaba saba, bazen zekice, bazen de kışkırtarak kafa tutan gotik; bireyin varlığını ve gerçekliğini yüksek sesle haykırmaya teşvik eden görüşlerin basmakalıp hale geldiği bugün bile, heyecanlandırıcı ama rahatlatıcı olmaktan uzak alternatifler sunarak, insanlığa utanması gereken bir sürü karanlık yana sahip olduğunu göstermeye devam ediyor.
Kaynaklar:
1. Richard Davenport-Hines, “Gothic: Four Hundred Years of Excess, Horror, Evil and Ruin” (1998)
2. Erwin Panofsky, “Gothic Architecture and Scholasticism” (1951)