Günümüzün kült karakterlerinden olduğu gibi, gotik ve korku edebiyatının önemli eserlerinden biri olan “Dracula”; vampir türünün ilk örneği olmasa da (ilki John Polidori’nin “Wamprye” isimli öyküsü kabul edilir) en bilindik eseridir kuşkusuz.
Roman, 1897 yılında Londra’da basılmıştır. Kendisinden sonra gelen vampir öykülerine esin kaynağı olduğu gibi Bram Stoker tarafından; aristokrat, kültürlü, cinsel cazibe merkezi olarak (etkilendiği “Carmilla”daki gibi cinsiyeti tam olarak belirlenemese de bu cazibesini engellemez) karakterize edilen vampirler, sonraki örneklerde de benzer şekilde kullanılagelmiştir. Belki de bu cazibe, vampirleri Batı edebiyatının en çok kullanılan kişiliklerden biri haline getirmiş ve yine, Türk edebiyatında kendine yeterince yer bulmasını engellemiştir.
Şahsi kanaatimi bir yana bırakırsak, ülkemizde sınıfsal ayrımın Avrupa’daki kadar güçlü olmamasının Türk gotik edebiyatına uygun ortam sağlamadığına dair görüşler bulunmaktadır (Gotik edebiyatta, genellikle aristokrat kesimin uğradığı anlık felaketler resmedilmiştir.). Haliyle vampir öykülerine rastlamak çok olası görünmemektedir. Aslına bakarsanız, yalnız gotik değil, korku ve gerilim edebiyatımızın da, var olan pek çok batıl inanış ve korku ögesine rağmen gelişmemiş olmasının tek bir sebeple açıklanabilmesi mümkün gözükmüyor. Belki de en büyük sebebi -son dönem istatiklerini ve sosyal medyada paylaşılan kitap resimlerini saymazsak- okumayı pek sevmediğimiz gerçeğidir.
“Bizde vampir yok,” temelli bir savunmaya iştirak edebilmem mümkün görünmüyor. Türk kültürünün bir parçası olan cadı ve hortlakların batıdaki vampir ögesini karşıladığı düşünülmektedir. Özellikle İstanbul ve Rumeli bölgesinde öldükten sonra dirilen “Cazu / Cadı” anlatılarına rastlanmaktadır. “Cadılar hortlayan ölülerdir” diyen Prof. Pertev Naili Boratav’ın açıklaması ise şöyledir:
“Çokluk kadınların cadı olduğuna inanılır, ama erkeklerden de cadılaşanların bulunduğuna kanıt belgeler vardır. Türk geleneğindeki cadı aşağı yukarı Batı inanışlarındaki vampiri karşılar. Cadılar mezardaki taze ölüleri çıkartıp ciğerlerini yerlermiş. Bir Rumeli anlatmasından öğrendiğimize göre eskiden cadıları zararsız hale sokan uzman cadıcılar olurmuş.”
Tırnova Vampirleri‘nin öyküsü resmi kayıtlara işlenen bir olay olup bu açıklamayı doğrulamakta ise de, bunun yalnızca yeniçeri ocağını dağıtmak için kullanılan bir kötüleme aracı olduğu düşünülmektedir. Evliya Çelebi de “Seyahatname”sinde, bu bölgelere has bir cadı/hortlak inanışını canlı tanık olarak aktarmaktadır.
‘Vampir’ kelimesi, ünlü Sloven filolog Franc Miklosick’e göre Kuzey Türkçesi’ndeki ‘cadı’ anlamına gelen ‘uber’ kelimesinden türemiştir (Bulgarca ve Slavca’da ‘vapir’, Lehçe’de ‘upier’, Rusça’da ‘vopyr’).
“Frankenstein” ile ilgili bir tartışmada, yazarı Mary Shelley’nin, Türk’lerin ölülerinin toprağa verildikten sonra mezarda bir tür hayat sürdüklerine inanıldığından bahsettiğini öğreniyoruz. Bram Stoker’in “Dracula” için ilham aldığı Macar yazar, seyyah ve Türkolog (ajan olduğu da iddia edilir) Arminius Vambery’nin de vampir inanışı ile ilgili bazı bilgileri Stoker’a aktardığı düşünülmektedir. Vambery, hayatını anlattığı eserinde, Türk kültüründeki vampir inanışına da değinmiştir. (Ağaç kovuklarında yaşayan vampirlerin, başlarının kesilerek bir çuval içinde denize atılmaları gibi.) Sonuç olarak, vampir inanışının Türk kültürüne tamamen yabancı olduğunu söylemek çok da doğru olmayacaktır.
Stoker’ın, Vambery’den dinlediği III. Vlad’n öyküsünden etkilendiği bilinmekle birlikte, yazarın en çok İngiliz gezgin Emily Gerard tarafından yazılan “Ormanın Ötesindeki Topraklardan” isimli gezi kitabından yararlandığı söylenmektedir. Gerard’ın bölgenin halk kültürüne aşina olması da Dracula’nın öyküsünün Transilvanya’da geçmesinin sebebi olarak açıklanmaktadır.
Bram Stoker romana önce “Vampir Kont” adını verip Avusturya’nın Steiermark bölgesinde geçmesini planlamış (bu taslaklar Dracula’nın bazı baskılarının başına eklenmiştir), ancak Gerard’ın, III. Vlad ve Transilvanya (Erdel olarak da adlandırılan bugünkü Romanya’nın orta ve batı bölgeleri) hakkındaki notlarını okuduktan sonra Eflak Beyi III. Vlad (Kazıklı Voyvoda)’ın isimlerinden biri olan ve kelime olarak ‘ejderin oğlu’ veya ‘şeytan’ anlamlarına gelen ‘Dracula’ ismini kullanmaya karar vermiştir.
Romanın bir vampir hikayesi olmasının yanı sıra; Victoria kültüründe kadının rolü, cinsel gelenekler, göçler ve sömürgecilik gibi sosyal temaları da ele aldığı dikkate alındığında öykü ve karakter derinliğinin yakalanması, gerçekçiliğin yerinde ve ustaca kullanılması (yazarın gerçekçi anlatımına etkisi olan en büyük faktörlerden biri, yazarın gazetecilik tecrübesidir) romanın büyük başarısında etkili olmuştur dersek sanırım yanlış bir sonuca varmış olmayız. Edebi dilinin başarısı konusunda pek takdir görmediğini de not olarak düşelim.
Başarıyı getiren diğer unsurlara birazdan yine değinmek üzere bir ara verelim ve gelin, yazarı biraz yakından tanıyalım.
1847 yılında Dublin‘de doğan yazar, Abraham Stoker ve Charlotte Mathilda Blake Thornley çiftinin yedi çocuğundan üçüncüsüdür. Babasıyla aynı adı taşısa da o, Abraham yerine Bram ismini kullanmayı tercih etmiştir.
Çocukluk yıllarını, teşhis edilemeyen (Guillain-Barré sendromu (GBS) olduğu tahmin edilen) bir hastalık nedeniyle yatalak olarak geçirmiş, annesinin anlattığı İrlanda korku hikayeleriyle büyümüştür. Bu dönemde yaşanan patates kıtlığının, romandaki salgın ve kıtlık öykülerinin temeli olduğu düşünülmektedir. Yazar, sekiz yaşında kendiliğinden iyileşerek 1864-1870 arasında öğrencisi olduğu Dublin Trinity College’ın en çok ödül alan sporcusu ve felsefe topluluğu başkanı olmuştur. Matematikte başarı belgesi almıştır.
Okul bitince ise, babası gibi devlet memuru olmuş ve tiyatro eleştirileri yazmıştır. 1877’da dönemin en ünlü oyuncusu ve tiyatro yönetmeni olan Henry Irving ile tanışmış, memurluktan istifa ederek Londra’ya yerleşmiş ve Irving’in sahibi olduğu Lyceum Tiyatrosu‘nun yöneticisi ve Irving’in menajeri olarak 27 yıl çalışmıştır.
Öğrencilik günlerinden tanıştığı Florence Balcombe ile 1878’de evlenmiş; bu evlilikten bir oğlu olmuştur (1879). Florence, aynı zamanda Oscar Wilde’ın ilk nişanlısıdır. (Stoker’ın, Wilde’ın annesinin evinde edebiyat sohbetlerine katıldığı bilinmektedir.) Erken yaşta gördüğü frengi tedavisi nedeniyle bütün dişleri kararan ve bir eliyle ağzını kapayarak konuşan Wilde yerine Florence, Stoker’ı tercih etmiştir. Stoker çifti evliliklerinin ilk yılında Londra’ya yerleşmiştir.
1872 yılında kısa hikayesi “The Cristal Cup” (Kristal Fincan), 1875’te ilk korku hikayesi “The Chain of Destiny” (Kaderin Zinciri), 1879’da ise ilk kitabı “The Duties of Clerks of Petty Sessions in Ireland” yayımlanmıştır. Macar yazar ve seyyah Armin Vambery ile tanışması ona Drakula için ilham vermiştir. Yıllarca Avrupa folklorunu ve vampir mitolojisini incelemiş, 1890’da yazmaya başladığı “Dracula” romanını 1897’de basılmıştır. Yayıncıların romanı çok uzun bulduğu için romandan çıkarttığı giriş kısmı “Dracula’s Guest” (Dracula’nın konuğu) ilk basımlarda yer almamış, Stoker’ın ölümünden sonra eşi bu bölümü yayınlatmıştır.
Yazarın hayattayken en çok bilinen eseri, Irving’in ölümünden sonra yazdığı “Personal Reminiscences of Henry Irving” (1906)’dir. “Drakula”nın ünlendiği göremeden 20 Nisan 1912’de ölmüştür. Cenazesi yakılan sanatçının külleri Londra’daki Golders Green Krematoryumu’ndadır.
Dracula’ya duyulan bu yoğun ilginin kaynaklarından biri, şüphesiz insanın ebedi ölümsüzlüğe duyduğu meraktır -Bu arada bence, en büyük arzusu ölümsüzlük değil, gerçek anlamda anlaşılmaktır-.
Bir diğer sebep ise, Dracula’ya esin kaynağı olmuş Kazıklı Voyvoda’ya ait gerçek efsanelerdir. Bugün Romanya’da bir halk kahramanı olarak da anılsa; kan içmesi, kazık ritüeli, cesedinin bulunamaması, Vatikan’ın kara büyüyle ve simyayla ölümden kurtulduğuna dair açıklamaları yüzünden gizemli ve dikkat çekici bir figür oluşmuştur. Hatta, vahşetinden kaçan Benedikt keşişleri tarafından, yaptıkları yazıya dökülmüş; öyküler yayılmaya başlamış, bir kısmı yayımlanmış ve büyük ilgi çekmiştir. Zamanla öyküler bire bin katılarak anlatılmış ve “Kont Dracula” efsanesi doğmuştur. Var olan efsanenin üzerine ise, Stoker kendi öyküsünü ustaca oturtmuştur.
Romanın zamanın modasına uygun olarak günceler şeklinde anlatılması, böylelikle karşıt kutupların (iyi – kötü) belirgin bir şekilde ifade edilebilmesi, yazarın kendini korkudan soyutlayıp okuyucuya farklı bakış açıları sunabilmesi ile birlikte, korkunun kaynağının tanınmayan bir coğrafyadan (o dönemde seyahat kitapları da çok modaydı) gelmesi de temel etkenlerden görülür. Hatta ‘Dracula’nın kendisindeki belirsizlik (gölgesinin ve yansımasının olmaması, biçim değiştirebilmesi, güzel görünüşüyle taçlandırılan cinsel belirsizliği) dönemin sınırlandırılmış yaşam tarzı düşünüldüğünde, karakterde yarattığı aykırılık ve çekiciliğin de okuyucunun merakını cezbeden unsurlardan biri olmasına neden olmuştur.
Tam burada bir parantez açıp, biraz da konuya girip bu aykırılığa ilişkin yazarın düşüncesinden de bahsetmeliyim. Kitabın sonunda Dracula’nın eril bir grup tarafından sürülerek düzen ve huzurun yeniden sağlanması, yazarının Dracula’nın temsil ettiği özelliklerin tam karşısında durduğuna dair bir kanı oluşturmaktadır. Yine, yazarın tarafını tuttuğu grup her şeye rağmen bir arada durup belayı def edebilmişlerdir. Ölürken ise Dracula’nın yüzüne huzur hakimdir. Yazar, hayatındaki pek çok soruna rağmen (cinsel ilişki ile bulaşan bir hastalık olan frengi nedeni ile öldüğünün söylenmesi, hakkındaki eşcinsellik iddiaları gibi) olması gerektiğine inandıklarına dair mesajını da kitap ile vermeyi başarmıştır.
Roman üzerinde bir çok iddia dönmüştür. Bu iddialardan biri; “Dracula”nın Stoker’ın patronu ve dostu olan ünlü aktör Henry Irving‘e yönelik gizli duygularını yansıtmasıdır. Yazarın akrabaları tarafından anlatılanlara göre Stoker, Irving’e karşı görünürde büyük bir sevgi ve hayranlık duyarken, onun himayesinde olduğu ve sanatsal açıdan gölgesinde kaldığı için, aslında gizli gizli ondan nefret etmektedir.
Siyasi açıdan bakıldığında ise “Dracula”, açıkça batının doğu hakkındaki cehaletini, korkularını, ön yargılarını ve doğuya karşı hissettiği üstünlük duygusunu göstermektedir. Romana dair Feminist yorumlar da yapılmıştır. Eser, o dönemde yeni yeni başlayan kadın hareketine karşı erkeklerin kadınlara karşı üstünlüklerini sergileme isteğinin bir yansıması olarak görülmüştür. Gerçekten de roman kadınların erkekler tarafından kurtarılması üzerine kuruludur. Romanda Kont Drakula‘nın saldırısına uğrayan kadınlar, bir erkekle isteyerek veya istemeyerek ilişkiye girip, böylelikle ‘kirlenen’ kadın durumundadır ve bu kadınların ‘temizlenmesi’ için ya kendilerinin, ya da onu kirletenin ortadan kaldırılması zorunludur. Bu bağlamda, Drakula tarafından saldırıya uğrayan kadınlardan biri olan Lucy’nin bu felakete, uyurgezer de olsa, gece vakti tek başına evden çıkması sonucu uğraması dikkat çekici bir ayrıntıdır.
Ayrıca, diğer bir çok vampir romanında olduğu gibi “Dracula”da da pek çok sahne bariz bir biçimde cinsel göndermeler içermektedir. Bunun en belirgin örneği olarak; vampirin kurbanlarının kanını emmek için ısırmasının romanda hiçbir zaman ‘ısırmak’ şeklinde ifade edilmemesi, bunun yerine ‘öpmek’ sözcüğü kullanılması gösterilebilir. Bunun dışında Jonathan karakterinin Kont’un şatosunda ‘gelinlerle’ karşılaşma sahnesi tam bir ‘erkeğin kadın tarafından baştan çıkarılma’ sahnesidir. Kadının erkeği baştan çıkarması, toplumsal rollerin alt üst olması fikri karşısında erkeğin tedirginliğini yansıtır; hatta sanki cinsel anlamda da rol değişimi olacakmış gibi bir bilinçaltı korkusunun da ortaya çıkması söz konusudur. Bunlar dışında, romandaki diğer bir çok sahne de pornografinin ‘düşünülemez’ olduğu bir dönemde adeta ustaca gizlenmiş bir cinsellik içermektedir; Arthur’un nişanlısı Lucy’nin kalbine kazık çakma sahnesinin anlatımında hissedildiği gibi…
Konumuza geri dönecek olursak, saydıklarım dışında da, eserin bu ilgiyi görmesini sağlayacak etkenler muhakkak vardır (kendinden sonraki eserlere referans olması, sinemanın malzemeyi bolca ve başarılı bir şekilde kullanması gibi). Bu konuları edebiyatçılara bırakalım ve isterseniz artık romanın yazım öyküsüne ve konusuna geçelim.
Stoker, ilk notlarını 8 Mart 1890’da almaya başlamıştır. En başta birden çok korku hikayesi yazmayı planlamıştır. Hikâyeye göre bir ziyafette bir araya gelen 12 kişi birbirlerine korkunç öyküler anlatacaktır (benzer bir anlatım tekniğine sahip olan Neil Gaiman’ın “Koltuğa Ekim Oturduğunda” öyküsünü düşünmedim dersem yalan söylemiş olurum). Yazar, ilk hikâyeyi bir avukatın anlatmasını tasarlamış, sonrasında görmüş olduğu bir rüya sonucu (rüyalar korku için en büyük kaynak galiba! Bknz: Frankestien, Otranto şatosu) “vampirli” bir öykü yazmaya karar vermiştir.
Jonathan Harker adlı bir avukatın Avusturya’da yaptığı tekinsiz bir yolculuğun öyküsü olan “Dracula’nın Konuğu” ilk basımlarda çıkarılmış ise de sonraki basımlarda hikayeye eklenmiştir. İlk adı “Vampirin Konuğu” olarak düşünülmüştür. İrlandalı yazar Sheridan Le Fanu’nun 1879 tarihli “Carmilla”sına bir gönderme niteliğinde yazılmıştır. Taslak uzayınca Stoker 12 öyküden vazgeçip bu tek öykü üzerinde çalışmaya başlamıştır.
İlk taslakta karakterlerden bazıları şunlardır: tımarhanede bir doktor, onun nişanlısı, sonsuz bir yaşam elde etmek ümidiyle yanıp tutuşan akıl hastası, avukat yardımcısı Jonathan Harker, onun nişanlısı Wilhelmina Murray, Mina’nın bir arkadaşı Kate Reed, Kont Vampyr… Kitabın ilk ismini veren ve kötü karakter olan bu Kont Vampyr’dir. Türkçe’ye de çevrilen “Stoker’ın Kayıp Günlüğü”nde Dracula adı yoktur.
Stoker iyi bir korku romanı yazmak için gerçekçiliği kullanmayı, böylelikle dehşeti arttırmak istemiştir (Lovecraft gibi). Bu nedenle vampirlerle ilgili uzun bir araştırma sürecine gitişmiştir. Bu araştırmaları sırasında tuttuğu notlar bugün, Philedelphia’daki Rosenbach Vakfı’nda bulunmaktadır. Kitabın yazımı da yedi yıl sürmüştür. Varolan mekanlar kullanılmış ve gerçeğe uygun tasvirleri yapılmış, Dracula’nın tasvirlerinde bile, kaynak alınan III. Vlad kullanılmış, tren tarifelerinde dahi gerçekliğe birebir uyulmuştur.
Yazar, Kazıklı Voyvoda hakkındaki efsaneleri de öğrenince, romanını gerçek bir efsanenin üzerinde temellendirmiştir. Kitapta vampir avcısı Gabriel Van Helsing‘ten de bahsedilmektedir. Sonraki avcılara da bir referans oluşturmuş, Dracula’ya benzer ama zıddı olan bir karakter doğmuştur.
1897’de tamamlanan kitap, yazarın yakın dostu, romancı Thomas Henry Hail Caine‘e (Hommy Beg/Manca’da küçük Tommy) ithaf edilmiştir. Kitap İngiltere’de çok satmış, Kıta Avrupa’sında ise “Makt Mgrkanna” (Karanlıklar Prensi) adlı ilk çevirisi İzlanda’da yapılmış, arkasından 43 dile daha çevrilmiştir. 1899’a kadar hiçbir Amerikalı yayıncı ise kitaba ilgi göstermemiştir.
Roman, 19.yüzyılda Jonathan Harker adlı genç bir avukat katibinin Transilvanya‘da yaşayan Kont Drakula‘nın Londra civarında satın aldığı çeşitli gayrimenkullerin satış işlemlerinin tamamlamak için Transilvanya’ya gitmesiyle başlar. Patronunun isteğiyle yolculuğa çıkarken nişanlısı Wilhelmina “Mina” Murray‘i zengin arkadaşı Lucy Westenra‘nın Whitby’deki malikanesine bırakır ve Avrupa’ya gider. Ancak şatonun bulunduğu Karpat Dağları’na giden yolculuk sırasında tuhaflıklar görülür. Yerel halk kendisini şatoya gitmemesi konusunda uyarır ve en azından haçını yanından ayırmamasını tembihlerler.
Şatoya vardığında uzun boylu, beyaz bıyıklı, simsiyah giyinmiş bir adam, Harker’ı karşılar. Bu Kont Drakula’dır. Kendini tanıtır ve Harker’ı içeri çağırır. O saate hizmetçilerinin şatoda olmadığını ve bu yüzden onun rahatını bizzat kendisinin sağlayacağını söyler ve kendisi erken yemek yediği için masada otururken onunla yemek yemeyeceği için özür diler. Yemek yerken Kont atalarından bahseder Hunların torunları olan Sekellerin soyundan olduğunu ve ailesinin Attila ve Kazıklı Voyvoda’nın soyundan geldiğini açıklar, ayrıca ondan İngiltere hakkında bilgi edinmek için bir ay şatoda kalmasını ister.
Onun nazik tavırlarına rağmen şatoda bir esir olduğunu hisseden Jonathan, şatodaki geçirdiği birkaç günün ardından şüpheler duymaya başlar. Kont’un öğüdüne karşın şatoda dolaşırken uyuyakalır, uyandığında, kendilerine ‘kız kardeşler’ diyen üç kadın vampirle karşılaşır ve Kont tarafından kurtarılır. Kont daha sonra, ona bunun bir rüya olduğunu söyler.
Şatoyu gezen Jonathan, Kont’u içtiği kandan doyuma ulaşmış bir şekilde bir sandıkta uyurken bulur.
Hazırlıklar yapıldıktan sonra Kont bir tabutun içinde diğer sandıklarla beraber Transilvanya’dan ayrılır. Harker’ı ise kız kardeşlere (yani gelinlerine) terk eder. Bunu fark eden Jonathan kaçma planları yapmaya başlar.
Bu sırada Jonathan’ın nişanlısı Mina Murrey ve onun yakın arkadaşı Lucy’ye döner hikaye. Mina, Jonathan’dan aylarca haber alamaz. Lucy, Lord Godalming’in oğlu Arthur Holmwood‘la nişanlanmıştır. Mina’yı Arthur ve arkadaşları Teksaslı Quincey P. Morris ve Psikiyatrist Dr. Jack Seward‘la (Kont Drakula’nın satın aldığı Whitby’deki Carfax Manastırı’nın yanındaki akıl hastanesinin de yöneticisi) tanıştırır. Hastalarından birinin Efendisi’nin yakında geleceğini söylediğini anlatmaktadır.
Dracula’nın gemisi nihayet limana varır. Ancak geminin, iki haçla birlikte dümenine bağlı olan ölü kaptan tarafından kumanda edilmesi ve gemide başka hiç kimse olmaması dehşet vericidir. Bir köpek şeklinde gemiyi terk eden Drakula Carfax‘a yerleşir. Akıl hastanesinde kalan ve Dr. Seward’ın hastası olan Renfield‘ın Westenra malikanesinin kapılarını açmasını sağlar (bir vampir daha önce gelmediği bir yere ancak içeriden birisi davet ederse veya kapılar açıksa girebilir).
Malikaneye yerleşince sık sık Lucy’i hipnotize edip bahçeye çağırır ve kanını emer. Bir seferinde Mina da onu uzaktan görür ama rüya gördüğünü sanır. Ancak Lucy’nin başına gelenler hiç normal değildir.
Lucy’yi tedavi etmek için gelen Dr. Seward, Lucy’nin durumunu iyileştirmeye çalışır ama neler olduğunu bir türlü anlayamaz. Yardım istemek için Amsterdam Üniversitesinden hocası Metafizikçi, Profesör Dr. Abraham Van Helsing‘den yardım ister. Van Helsing neler döndüğünü anlar. Hep beraber Lucy’e sırayla kan verirler (eskiden kan grubu bilinmiyordu). Ancak Lucy onu bekleyen sondan kaçamaz.
Mina sonunda Jonathan’dan haber alır. Macaristan sınırında kendinden geçmiş olarak bulunmuş ve kurtarılmıştır, hiçbir şey hatırlamaz. Ama günlüğü vardır. Mina da, Jonathan’ı iyileştirmesi için Van Helsing’ten yardım isteyince, haberleştiği dostu Macar tarihçi ve Türkolog Arminius Vambery‘den Drakula’nın geçmişini araştırmasını ister ve araştırma sonucunda Dracula’nın Kazıklı Voyvoda’nın torunu olmadığını, bizzat kendisi olduğunu açıklar. Bunu öğrenen grubun amacı artık Dracula’yı bulup başını kesmek ve kalbine kazığı çakmaktır.
Hikâyenin bundan sonrası Dracula’nın bulunma ve Mina’nın kurtarılma macerasıdır. Oldukça ilginç anekdotlarla dolu olan bu bölümde hikaye gotik tarzdan bir miktar uzaklaşıp dedektif romanına dönse de, kitabın korkunç atmosferinden fazla uzağa düşmez ve mutlu son ile nihayete erer. Gotik edebiyatın en önemli eserlerinden olan “Dracula” herkesin okuması gereken kült bir eser olarak da edebiyat tarihinde yerini alır böylece.
Keyifli okumalar!
Kitaptan alıntılar: Dracula, Can Yayınları, 2013 basımı
Kaynak olarak, Wikipedia sitesinden de yararlanılmıştır.