Sonbahar… Hem sondur, hem bahar… Bir döngünün içine sıkışmış, çelişkilerle beslenen büyük bir meseledir. Kimi zaman ömrün son dizelerinin habercisidir, kimi zaman rengarenk yaprakların. Ama en yakın arkadaşı hüzündür; sıkıca bağlanmıştır mevsimin değişen görüntüsüyle.
Kimisi sinsice geldiğini düşünür: “Yaz artık yaşlanan bir aktör misali sahnelerden çekilmeye hazırlanırken, sonbahar, tıpkı bir ölü kaldırıcısı gibi, rüzgarların arasına sinmiş, bekliyordu,” der John Verdon, Gözlerini sımsıkı kapat isimli kitabında. Sembolizmin ünlü temsilcilerinden Fransız şair Rimbaud da “Birdenbire sonbahar” der şiirinde. Gerçekten ani midir, göstere göstere mi gelir sonbahar? Belki de yazın rehavetinden kamaşan gözlerimiz görmek istemez teşrifini. Ama eninde sonunda gelir; Cahit Zarifoğlu: “Bir ölüm vefalı bir de sonbahar,” der.
Takvimde Eylül’le başlasa da, sonbahar şaşırtmaktan da geri kalmaz değil mi? Yazdan kalma günler yaşarken bulutlar çoğalır, toprak kokusuyla da geliverir bu mevsim. Tahmin etmek pek zor da değil aslında. Kocakarı / Baba / Eski takvim de denilen uzun tecrübelerle oluşturulmuş geleneksel halk takvimine göre 16-17 Eylül itibariyle İlkgüz ve soğuklar başlıyor. Edebiyatçılar halktan bu kadar uzak mıdır, bilmezler mi vaktini dersek; geliş ve gidişinde dahi bir fevkaladelik olduğunu düşündükleri kanaatine ulaşmamak elde değil. Güzellemelerin genellikle ‘Eylül’e yapılması da bundandır belki; Ekim ve Kasım’dan kimsenin şüphesi yoktur. Mehmet Rauf; “Buna sonbahar demişler!.. Bu kadar güzellik ve sıcaklık verdikten sonra, eylülden ne beklenir? Malûm ya, eylül hüzün ve yas ayıdır. Eylül!.. Öyle bir ay ki, geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekliydi. Eylül esef ve özlem ayıdır, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp esef eder ve özlem çeker,” der ismiyle müsemma romanı “Eylül”de.
Belki de özellikle; yaprak dökümü, doğanın kış uykusuna hazırlığı pek çok sanat insanını etkilemiş ve ayrı bir önem kazanmıştır. “Doğa nasıl sonbahara dönüyorsa, kendi içimde ve kendi çevremde de sonbahar şimdi. Yapraklarım sararıyor…” diye anlatır “Genç Werther’in Acıları”nda Johann Wolfgang Von Goethe.
Ünlü “Açlık” kitabında ise Knut Hamsun “Sonbahar gelmişti: her şeyin renk değiştirip öleceği narin, serin mevsim.”
diyerek anlatır sonbaharın gelişini. “Martin Eden” isimli kitabında Jack London da, sonbaharın tasvirini yapar:
“Artık hüznün, ıstırabın, kederin mevsimi sonbahar gelmişti. Ruhun yaprak parçalarında tıkanıp kaldığı, gözlerin ruhun biriktirdiklerini akıttığı ayrılık mevsimi sonbahar bütün varlığıyla gelmişti.”
Gerçekten dökülen yapraklar bu kadar çağrıştırmalı mı hüznü? Oysa ağaç, kış uykusuna yatmadan önce, görevini tamamlamış yaprakların dibindeki su geçiren küçük delikleri ürettiği mantarlarla kapatıp yaprakları iter. Yaprağı istemeyen ağaçtır aslında. Ama dilerseniz bu gerçekleri göz ardı edip yaprağın sıkılıp ağacı terk ettiğini düşünmeye devam edelim. Böylesi sonbaharın ruhuna daha uygun gibi. Bakın Refik Halid Karay ne diyor “Ağaç ve Ahlak” kitabında?
“Sonbahar gelince kızarıp tunçlaştıkları sırada yapraklar da çiçek olurlar. Öyle çiçekler ki ne çingene sarısı, ne burun kanı rengindedir; ne arsızca açılmış, ne şımarıkça sırıtmıştır; ne koca karınlı ne de leylek bacaklıdır; bütün renk asaletini ve biçim kibarlığını nefislerinde toplamışlardır. Yerlere bir Firavun mezarından çıkarılmış küflü altın gibi serpilirler; vazolara koyamazsınız, zira siyah kadife mahfazalarda vitrinlere dizilmeye layıktırlar.
Yaprakları seviniz, çiçeği kim olsa sever!”
“Diriliş Muştusu”nda Sezai Karakoç da bu döngüde sonbahara öyle bir görev yükler ki!.. “Bahar, yaprakları acar, çiçekleri ortaya saçar. Yaz, yemişleri toplar. Sonbahar eleştirir. Kış, öldürücü darbesini indirir. Ölümü vurgular. Değeri, ölümle tartar.” En azından kış kadar korkutucu değildir güz.
Peki, mevsimin soldurduğu çiçekleri unutmalı mıyız, diye sorabilirsiniz. Hemen Umberto Eco, “Gülün Adı” kitabından karşılık verir: “Hiçbir şey, güz geldiğinde kır çiçekleri gibi kuruyup değişen dış görünüşten daha geçici değildir.” Yaşanan her an geride bir unutuş, bir de hatıra bırakır. Peki o halde kuruyan çiçeklerin hatıralarını da saklamaz mı sonbahar? Cahit Sıtkı Tarancı da benzer bir soru sorar: “Bilmem ki hâtıralar / Ne istersiniz benden, / Gelir gelmez sonbahar?”
“Anılar canlıdır Eylül sabahları hep de en üzücü olanlar dirilir nedense! Belki bu yağmur havası uygundur anılara dalmaya…Dalmayıp da ne yapacaksın? Gömül onların içine!” diyen Oktay Akbal cevaplar sorumuzu.
Peki neden en çok acıklı olanlar ziyaret eder ki bizi?
Atilla İlhan’ın dizeleri bir cevap olabilir mi bu sorumuza? “Elinde değildir akşam serinliğinde üşürsün. Eylül’den itibaren geceler hazindir, uzundur…” Gecelerin uzunluğu ve soğuk hava mıdır bizi mahveden? “Akıl Oyunlarının Gölgesinde” kitabında Arthur Conan Doyle da böyle düşünüyor sanırım: “Şimdi yaklaş ve kemanımı ver; çünkü artık önümüzde çözmemiz gereken tek problem, bu soğuk sonbahar akşamlarını nasıl geçireceğimiz.” “Milena’ya Mektuplar”da da Franz Kafka, değişen ve değişken havanın etkisinden bunaldığını anlatmaz mı? “Artık sonbahar da oyun oynuyor benimle… Zaman zaman kuşkuya düşecek kadar yanıyor, yine kuşkuya düşecek kadar üşüyorum…” Belki de William Shakespeare’in dediği gibi kaygılarımız üşütüyordur içimizi: “Nice yazlardan sonra, kaygılarımızın kışı gelir.” Belki de yağmurlardır sebebi… “Yaz yine öylesine biter / Daldan dala, sorumsuz. / Sonbahar yağmurları başlayınca / Yine kötümser olursunuz,” diyen Behçet Necatigil haklıdır belki de.
Ne olursa olsun pek çok kişi sonbaharın hüzün / hazan mevsimi olduğunda hemfikir sanırım. “Sonbahar, belki de bir hüznün özgül ağırlığı…” der Edip Cansever. “Sonbahardı… Seninle geçiyorduk o yoldan; / Topraklardan, havadan bir hüzün taşıyordu / Bize yaklaşıyordu,” diyerek destekler Hüseyin Nihal Atsız. “Mevsim sonbahar malum ya / Serde de kör olası şairlik var / Boyuna hüzünlü şeyler düşünüyorum,” diye arka çıkar Ümit Yaşar Oğuzcan. Ve Turgut Uyar, “Göğe Bakma Durağı”nda üç kelime ile özetler durumu: “Sonbahar geldi hüzün.”
Yine Mehmet Rauf’un “Eylül”ünden sevdiğim bir cümleyi buraya da yakıştırmalıyım: “… Eylül kendisine, doğada ilk yılgınlık ayı, ölümlülüğü ilk hissetme ayı, ilk faydasız mücadele arzusu gibi, hayatın ne olduğunu anlayıp farkına varılmadan geçen güzel geçmişin hasretiyle ilk boynu bükülen ay gibi göründü.”
Kimisinin hüznünün kaynağı farklıdır. “Bir kendini yaratma cambazıydı… Bahar ve sonbahar onda hüzün yaratıyordu, diye devam eder, çünkü bütün o çiçek ve meyveler hayatta ne kadar az şey ürettiğini hissettiriyordu ona.” diyerek Charles Nicholl “Leonardo da Vinci: Aklın Uçuşları” kitabında mevsimin bambaşka bir hüzünden bahseder; yaratıcı insanın hüznü.
Peki ya biz tüketenlerin alıp veremediği nedir? Sadece insan olmanın getirdiği öngörülebilirlikle, serotonin hormonu yarı yolda bırakıverdiğinden olmasın bunca hüzün?
Yarı yolda kalmaların da mevsimi kabul edilir değil mi bu mevsim? Cemal Süreya: “Dedim ya… Eylül’dü / Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin,” derken eşlik etmeyen dostları mı sevgilileri mi anmıştı acaba? Hasan Hüseyin Korkmazgil de sevdiğine böyle seslenmemiş midir? “Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç.”
Tarık Tufan da sonbaharla ayrılığı bir arada yaşayanlardan: “İstanbul’u da sana yoruyorum, sonbaharı da… / Bu sonbahar hayatımın en uzun sonbaharı… / Fakat ne garip! / Sen hayatımdan azaldıkça, / sonbahar uzuyor.”
Bu mevsim insanı yoruyor değil mi? Yoksa yazın telaşıyla yorulduğumuzu, güzün oturduğumuzda mı anlıyor bedenimiz?
“Bahar aylarında her şey hayat doludur. Yazlarıysa çok güçlüdür ve sonuna kadar direnir. Sonbahar… Sonbahar tam zamanıdır. Sonbaharda her şey yorgundur ve ölmeye hazırdır,” der Patrick Rothfuss, “Rüzgarın Adı” kitabında.
Ama neyse ki yalnız hüznün mevsimi değildir bu.Kimine göre huzurun mevsimidir, tükenmişliklerden silkelenip arınmak, sonun var olduğunu kabullenmektir. “Küçük Ağaç’ın Eğitimi” kitabında Forrest Carter şöyle der: “Güz doğanın merhamet zamanıdır. Sana ölmekte olanlar için işleri düzene sokma şansı verir. Ve böylece, işleri düzene soktuğunuz zaman yapmanız gereken ama yapmamış olduğunuz her şeyi tasnif edersiniz. Hatırlama zamanıdır bu… Pişmanlık duyma ve yapmamış olduğunuz bazı şeyleri yapma zamanıdır. Söylememiş olduğunuz şeyleri söyleme zamanı…”
Umudu tazelemenin de yolları vardır. “Güz temizliklerinin ayrı bir güzelliği vardır; insana gelecek baharların ve yazların inancını verir,” der “Yağmur Beklerken” eserinde Tarık Buğra.
Biraz da nereden baktığınız önemlidir sonbahara. Pakistanlı ünlü düşünür ve şair Muhammed İkbal da hak verir bize: “Senin bahar şeklinde gördüğün bir mevsim, başkalarının nazarında sonbahar olabilir.”
Kara bulutların gölgelediği kasvetli binaların arasında değil de, yağmurun yerle göğü buluşturduğu bir deniz kenarında, kuş sesleri arasında gelirse sonbahar, hüzünden çok bir iç ferahlığı dolmaz mı gönlümüze? Sait Faik Abasıyanık da öyle düşünüyor olmalı: “Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana, sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir.”
Sait Faik’in düşüncesinde, yazın, insanı içeri kapatan sıcağından kurtulmanın da payı yadsınamaz. Ataol Behramoğlu da aynı şekilde düşünüp serin havanın tadını çıkarır. “Eylül sabahının serinliğini/Yaprakların serinliğini/Yüreğime dolduruyorum.”
Ne olursa olsun, mevsimler değişiyor. Yalnız, bir döngünün parçası. “Don Quijote”da Miguel De Cervantes’in cümleleri özetler durumu: “Bu hayata ilişkin şeylerin hep aynı durumda kalacaklarını düşünmek yersizdir; aksine her şey sanki devirler halinde dönüp durur: ilkbaharı bahar izler, baharı yaz, yazı sonbahar, sonbaharı kış; zaman bu sürekli çarkla birlikte döner.”
“Dudaktan Kalbe” kitabında Reşat Nuri Güntekin de ne güzel söylemiş: ‘‘İnsanın bu etrafımızdaki topraktan hiç farkı yok… Bakıyorsun bir gün, bütün arzuları sonbahar yaprakları gibi dağılmağa başlıyor, içinde her şey ölüyor, her şey kuruyor… Artık ümidi kesiyorsun… Bundan sonra bahar, hayat, saadet bitti diyorsun… Fakat üç ay sonra her şey yeniden canlanmağa başlıyor… O kuru toprak, eskiden daha güzel baharlara bezeniyor.”
O halde huzuru, hüznü, serin ve uzun geceleri ile, kızaran yaprakların, kızarmış kestane kokusuna eşlik edeceği güzün, er geç gideceğini bilirken ona haksızlık yapıp boynumuzu bükmeyelim. Ruhumuzdaki hüznü baş eğmez bir isyancı değil bir yol arkadaşı belleyelim. Kim bilir belki sonbahar en sevdiğimiz mevsim olur!
En sevdiğim mevsime geldik
Yapraklar sararacak, gök gürültülü yağmurlar yağacak
Sonbahar hüzündür, hüzün ise ben demektir.
Özdemir Asaf