Bir romanın ilk cümlesi, okuyucuyu yakalayabileceği ilk andır şüphesiz. Ve bu ilk anın başarısı, romanın başarısı üzerinde büyük pay sahibidir. Biz de bunu düşünerek ünlü romanların ilgi çekici girişlerinden geniş bir derleme yaptık.
Yeni tatlar ve yeni kitaplarla tanıştırması dileğiyle, keyifli okumalar!
Bütün evren, insanların uzay olarak nitelendirdikleri sonsuzluk denizinde yüzüyordu. Bu uzay denizinde, güneş sarı bir portakalı, gezegenler üzüm tanelerini ve uzaklardaki yıldız salkımları, dikkatsizce boşluğa serpiştirilmiş parlak elmas taşlarını andırıyordu.
İşte gemi bu sonsuzluk içinden çıktı.
A. R. Moore, Robot X – 81
Bir gün, gazetelerde, “Hazin bir vefat” başlığı altında kısa bir fıkra çıktı: “Bursa eşrafından, eski maslahatgüzarlarımızdan, Tütün İnhisarı Idaresi Mütercimi Ahmet Fahim Bey eceli mev’udiyle vefat etmiştir. Merhum, her cihetle faziletli, hür fikirli, geniş bilgili, çok nezaketli, şahsına hürmet telkin ettirmiş ve dostları tarafından çok sevilmiş bir zattı. Vefatı zayiattandır. Mevla rahmet eyliye!”
Abdülhak Şinasi Hisar, Fahim Bey ve Biz
“İntihar etmeyeceksek içelim bari!”
Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi
– Yaşamı kendi isteklerimiz doğrultusunda örgütleyemeyiz ki!
Adalet Ağaoğlu, Üç Beş Kişi
“Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın
Beni tanıyanlar, öyle okuma yazma işleriyle büyük bir ilgim olmadığını bilirler.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Yeni gördüm ama ne garip şey, meğer kömürcüler karda, donda buram buram terler; tatlı, sıcak, güneşli havalarda da tiril tiril titrerlermiş.
Ahmet Rasim, Şehir Mektupları
Yazgıya inanmam, ama olaylar bu düşüncemin yanlışlığını kanıtlamak istercesine ardı ardına sıralanmaya başladığında, bunları kurgulayan biri mi var, diye endişelenmekten de kendimi alamam.
Ahmet Ümit, Beyoğlu Rapsodisi
Size hizmetlerimi sunabilir miyim, bayım, canınızı sıkmadan? Korkarım ki bu kuruluşun kaderini elinde tutan saygıdeğer gorille anlaşmayı bilmiyorsunuz.
Albert Camus, Düşüş
Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar Yurdundan bir telgraf aldım: Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar.” Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü.
Albert Camus, Yabancı
Başkası olsa anlatacağım hikayeden bir kitap yazabilirdi; ama ben bu hikayeyi yaşarken çok emek harcadım ve bütün erdemimi tükettim. Şimdi hatıralarımı çok sade bir dille anlatacağım. Biraz dağınıklarsa da, onları birbirine yamalamak ya da birleştirmek için hiçbir şey uydurmayacağım. Onları düzenlemek için harcayacağım çaba, bu hikayeyi anlatarak bulacağını umduğum en son mutluluk kırıntısını da engelleyecektir.
André Gide, Dar Kapı
“Eee, ne olacak şimdi ha?”
Ben vardım, yani Alex, yanımda da üç kankam, yani Pete, Georgie ve Dim, ki Dim cidden epey budalaydı ve Korova Sütbarı’nda oturmuş akşam ne yapacağımıza karar veriyorduk, arsız karanlık, buz gibi kış piçlik yapıyordu, ama yağmur yoktu.
Anthony Burgess, Otomatik Portakal
Altı yaşındayken bir gün, balta girmemiş ormanlar üstüne yazılmış “Yaşanmış Öyküler” adlı bir kitapta müthiş bir resim görmüştüm. Bir hayvanı yutmakta olan bir boa yılanını gösteriyordu.
Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens
Kentin sesi hiç kesilmezdi. Kentin çıkardığı, şimdi değişmekte olan sesi dünya dursa bile kesilmezdi. Salise salise, saniye saniye, dakika dakika, saat saat, gün gün, gece gece süregelmiş; asırlar, çağlar boyunca bir salise bile kesilmeyip sonunda zamanın kendisiyle bütünleşmişti. Bu ses, binlerce insanın gözlerini ilk açtığı andan son defa için kapadığı ana dek aralıksız duyduğu bu ses, kentin bir parçası olmaktan da öte ta kendisi; nabzıydı. Ve bu ses kesildiği zaman, Diaspar’ın kalbi tamamen duracak, geniş bulvarları tamamen çölün kumlarıyla örtülüp bunların altında can verecekti…
Arthur C. Clarke, Kara Güneş
“Tuhaf bir tecrübe miydi?” diye sordu doktor. Evet, dostlarım, hayatım boyunca bir daha asla yaşamak istemeyeceğim çok tuhaf bir tecrübeydi.
Arthur Conan Doyle, Böcek Avcısı
Farzet ki, seninle bir bahçeye bakan sessiz bir odada oturmuş, yeşil çaylarımızı yudumlayarak çok eskiden yaşanmış bir olaydan söz ediyorduk. Ben sana dedim ki: “Falancayla karşılaştığım o öğleden sonra, yaşamımın en güzel öğleden sonrasıydı ve aynı zamanda en kötüsüydü.” Sanırım bunları duyunca fincanı elinden bırakır, “Hangisiydi?” diye sorardın. “En iyisi miydi, en kötüsü müydü? Çünkü ikisinin birden olmasına imkân yoktu.” Normal olarak kendime güler sana hak verirdim. Fakat gerçek şu ki, Bay Tanaka Ichiro’yla tanıştığım öğleden sonra, gerçekten yaşamımın en iyi ve en kötü öğleden sonrasıydı. Adam bana büyüleyici biri olarak göründü, hatta ellerindeki balık kokusu bile bir çeşit parfüm gibi geldi. Eğer Bay Tanaka’yı tanımasaydım, eminim ki ben bir geyşa olmazdım.
Arthur Golden, Bir Geyşa’nın Anıları
Bütün Türkiye cezaevlerinin en usta anlatıcısı birinci koğuştaydı. Bu anlatıcı el üstünde tutulurdu. Her koğuşun hükümlüleri, onu kendi koğuşlarına almak isterlerdi. Bunu, birinci koğuştakiler başarmışlardı.
Aziz Nesin, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz
Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?
Tanıklarla, kanıtlarla, uygun adım yürümek için ikide bir ayak değiştirme imkânı veren gerçeklerle ne kadar üstümüze gelseler, boşuna! İnanmayız. “Geçen bir şey yok!” diye bağırırız. “Her şey tam şimdi yaşanıyor!”
Tam şimdi, bir yaz öğlesi, Nihal halılarını kaldırdığımız salonun parkesinde çıplak ayaklarıyla geziniyor…
Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Yürüyor, yürüyor ve “Sonsuz Anı” ilahisini söylüyorlardı. Onlar sustuğunda adımları, atlar ve rüzgârın esintisi aynı melodiyi tekrarlıyordu sanki.
Yoldan geçenler saygıyla selam durup çelenkleri sayıyor, haç çıkartıyordu. Meraklılar tören alayına katılıyor, “Kimin cenazesi?” diye soruyordu. “Jivago’nun” oluyordu yanıt. “Demek o adamın, ha. Şimdi anlaşıldı.” “Adamın değil, kadının.” “Olsun. Huzur içinde yatsın. Büyük bir tören.”
Boris Pasternak, Doktor Jivago
1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’ın Şiirlerinin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı.
Carlos Maria Dominguez, Kağıt Ev
Onun iki masalı vardı. Biri kendisinindi ve başka kimse bilmezdi. Ötekini ise dedesi anlatmıştı ona. Sonra ikisi de yok olup gitti. Şimdi biz bunlardan söz edeceğiz.
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi
Arka koltuktaydım, Romanya ekmeği, ciğer ezmesi, bira ve meşrubatların arasına sıkışmış; on yıl önce ölen babamın cenazesinden bu yana ilk kez bağladığım yeşil kravatımla. Şimdi bir Zen düğününde sağdıç olacaktım.
Charles Bukowski, Büyük Zen Düğünü
Bir yanlışlık olarak başladı.
Noel mevsimiydi ve her Noel’de aynı numarayı çeken tepedeki ayyaştan eli ayağı tutan herkesi işe aldıklarını öğrendim; ben de gittim ve kendimi sırtımda posta çantasıyla aylak aylak dolanırken buldum. Ne iş, diye geçirdim içimden. Rahat! Sadece iki blok filan veriyorlardı ve bitirmeyi başarırsan kadrolu posta dağıtıcısına ya da şefe gidiyor, bir blok daha alıyordun; ama hiç acele etmiyordun zaten o noel kartlarını posta kutularına koyarken.
Charles Bukowski, Postane
Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana –sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece “daha” sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.
Charles Dickens, İki Şehrin Hikâyesi
Marley ölmüştü. Bunu baştan belirtelim. Bu konuda hiçbir kuşku yok. Papaz, belediye memuru, cenazeci ve de mirasçı, gömme kağıdını imzalamışlardı. Scrooge da imzasını basmıştı. Scrooge’un imzası borsa çevrelerinde çok saygın ve geçerliydi.
Demek ki Marley, halk ağzında denildiği üzere, kapı çivisi gibi ölüydü.
Charles Dickens, Noel Şarkısı
Tyler bana bir garsonluk işi buluyor, sonra ağzıma bir silah sokmuş ve diyor ki, sonsuza kadar yaşamak istiyorsan, ilk adım olarak ölmek zorundasın. Oysa Tyler uzun süre benim en iyi arkadaşımdı. Tyler Durden’ı duymuş muyum, insanlar durmadan bunu soruyorlar.
Chuck Palahniuk, Dövüş Kulübü
Deneme, deneme. Bir, iki, üç.
Deneme, deneme. Bir, iki, üç.
Bu belki çalışıyordur. Bilmiyorum. Beni duyabilecek misiniz, bunu da bilmiyorum.
Ama duyabiliyorsanız, dinleyin. Ve eğer dinliyorsanız bulduğunuz, yolunda gitmeyen her şeyin hikâyesidir.
Chuck Palahniuk, Gösteri Peygamberi
21 Haziran
Üçüncü DördünBugün Long Beach’ten bir adam aramış. Telesekretere uzun bir mesaj bırakmış, bağırmış çağırmış, hızlı hızlı ve yavaş yavaş konuşup küfretmiş ve seni tutuklamaları için polisi aramakla ilgili tehditler savurmuş.
Bugün yılın en uzun günü— gerçi artık her gün öyle.
Bugün hava, topyekûn bir dehşetin takip ettiği artan kaygıyla dolu.
Long Beach’ten arayan adam banyosunun kaybolduğunu söylüyor
Chuck Palahniuk, Günce
Eğer bunu okumaya niyetliyseniz vazgeçin.
Birkaç sayfa okuduktan sonra, burada olmak istemeyeceksiniz. Bu yüzden unutun gitsin. Gidin buradan. Hâlâ tek parçayken hemen kaçın.
Kendinizi kurtarın.
Chuck Palahniuk, Tıkanma
Her okyanus, geçiş ücreti olarak zaman zaman insan ve gemiler yutar, ama hiçbiri Pasifik’in doymak bilmeyen büyük iştahıyla yutamaz.
Clive Cussler, Dirk Pitt #1 – Girdap
Çağımız ister istemez içler acısı bir çağ olduğundan, onu acıklı görmekten kaçınıyoruz. Büyük yıkım gelip geçti, kalıntılar ortasındayız şimdi, küçücük yeni evler kurmaya, küçücük umutlar beslemeye başlıyoruz. Oldukça güç bir iş bu: geleceğe uzanan düz bir yol yok, ama engellerin çevresinde dönüp duruyoruz ya da üzerlerinden atlıyoruz. Yaşamamız gerek; yer gök yıkılmış olsa bile.
D. H. Lawrence, Lady Chatterley’in Sevgilisi
Cehennem:
Yaşam yolumuzun ortasında
karanlık bir ormanda buldum kendimi,
çünkü doğru yol yitmişti.
Araf:
Azgın denizi ardında bırakan
düş gücümün küçük teknesi,
dingin sulara girince şişirdi yelkenini:
Cennet:
Her şeyi devindirenin şanı
evrenin her yerine ulaşır,
kimi yerde çok, kimi yerde az ışır.
Dante, İlahi Komedya
Bu sefer ortada hiçbir şahit olmayacaktı.
Bu sefer sadece ölü toprak ile gök gürültüsü vardı ve bir de, dünyanın en önemli olaylarının pek çoğuna eşlik ettiği görülen, kuzey-doğu yönlü o dinmek bilmeyen hafif yağmur.
Douglas Adams, Kutsal Dedektiflik Bürosu
Galaksinin Batı Sarmal Kolu’nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşede, gözlerden uzak, küçük ve sarı bir güneş vardır.
Bu güneşin yörüngesinde, kabaca yüz kırksekiz milyon kilometre uzağında, tamamıyla önemsiz ve mavi-yeşil renkli, küçük bir gezegen döner. Gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hâlâ çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler.
Douglas Adams, Otostopçunun Galaksi Rehberi
Doğru! – sinirliydim – çok, pek sok, korkunç derecede sinirliydim, hâlâ da öyleyim; ama deli olduğumu nereden çıkarıyorsunuz? Hastalık, duygularımı keskinleştirmişti – yakmış, yok etmiş değildi onları – körleştirmiş de değildi. Hepsinden çok da işitme duygum kuvvetlenmişti. Cennetteki, yeryüzündeki her şeyi duyuyordum. Cehennemdekilerin de birçoğunu duyuyordum. Nasıl, öyleyse, nasıl deli dersiniz bana? Dinleyin! dinleyin de görün bakın, bütün olan biteni size ne kadar serin kanla, – ne kadar aklı başında olarak anlatacağım.
Edgar Allen Poe, Gammaz Yürek
Vatanım ve ailem hakkında söyleyecek pek bir şeyim yok. Kötü davranışlar ve uzun yıllar, beni birinden uzaklaştırdı, diğerineyse yabancılaştırdı.
Edgar Allen Poe, Şişede Bulunan Not
Cumhurbaşkanına Mektup
SAYIN FÉLIX FAURE
Cumhurbaşkanı
Sayın Başkan,Bir gün bana göstermiş olduğunuz iyi kabulden dolayı duyduğum minnet duyguları içinde, haklı ününüz konusunda kaygılanmama ve size şimdiye kadar öylesine parlak olan yıldızınızın, lekelerin en utanç vericisi ve en silinmezinin tehdidi altında bulunduğunu söylememe izin verir misiniz?
Émile Zola, Suçluyorum
İnsanlardan kaçan komşumu ve daha sonra başıma bir sürü iş açacak olan mal sahibimi ziyaretten yeni döndüm. Doğruyu söylemek gerekirse oraları gerçekten güzel yerlerdi!
Emily Brontë, Uğultulu Tepeler
2013 yazında, büyük şehirlerde başlayıp kısa süre içinde küçük ilçemiz Kıyıdere’yi de etkisi altına alan toplumsal hadiselerin nedenini merak ediyorsanız eğer, 2012 yazının bok gibi geçmesini bir yana bırakırsak, size öncelikle kız kardeşimin güzelliğini ve bazı meziyetlerini anlatmam gerekir.
Emrah Serbes, Deliduman
Cepheden dokuz kilometre gerideyiz. Bizi dün değiştirdiler; şimdi karnımız kuru fasulye ve sığır eti dolu; tok ve memnunuz.
Erich Maria Remarque, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Afrika’dakinden başka türlü kokuyordu Rusya’daki ölüm.
Erich Maria Remarque, Yaşamak Zamanı Ölmek Zamanı
Gulf Stream’de sandalıyla tek başına avlanan bir ihtiyarcıktı; seksen dört gün olmuştu oltasına tek bir balık takılmayalı.
Ernest Hemingway, İhtiyar Balıkçı
Kilimanjaro 6500 metre yükseklikte, karlı bir dağdır; Afrika’nın en yüksek dağıdır, derler. Batı doruğuna yerliler “Ngace Ngay”, yani Allah’ın evi adını vermişler. Tepeye yakın bir yerde, kurumuş ve donmuş bir pars iskeleti vardır. Bu kadar yüksek yerde pars ne arıyormuş, kimse akıl erdiremiyor.
Ernest Hemingway, Kilimanjaro’nun Karları
1860 kadar eski yıllarda, doğumun evde olması uygun görülürdü. Şimdi ise bana söylendiğine göre, tıp tanrıları bebeğin ilk çığlıklarının bir hastanenin, tercihen ünlü bir hastanenin anestezi kokulu ortamında duyulması gerektiğine karar vermişler. Yani Bay ve Bayan Roger Button, 1860 yılının bir yaz gününde ilk çocuklarının bir hastanede doğmasına karar verdiklerinde, zamanlarının elli yıl ilerisinde bir karar vermişlerdi.
F. Scott Fitzgerald, Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi
Çok genç ve toy günlerimde babamın verdiği bir öğüt aklımdan hiç çıkmadı.
“İçinden ne zaman birini eleştirmek gelse,” demişti, “bu dünyada herkesin senin sahip olduğun üstünlüklerle doğmadığını anımsa, yeter.”
F. Scott Fitzgerald, Muhteşem Gatsby
Bu Kara Bayram’ın, seksen evli Karataş köyünde kimsenin gözüne batmayan bir yaşamı vardı.
Babadan kalma, ahırlı, samanlıklı, toprak damlı bir evi, bir kağnısı; bir öküzü, bir ineği, bir eşeği, üç koyunu, iki ası kuzusu, üçü yumurtlayan on bir tavuğu ve yedi yıl önce satılan Necip Bey çiftliğinden boğazına kadar borca batarak aldığı kırk beş dönüm kadar toprağı…
Fakir Baykurt, Yılanların Öcü
Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.
Franz Kafka, Dönüşüm
K. köye ulaştığında akşamın geç saatiydi. Köy kara batmıştı. Şatonun bulunduğu tepe görünmüyordu, sise ve karanlığa bürünmüştü, orada bir şato olduğuna dair en ufak bir ışık belirtisi bile yoktu. K., anayolu köye bağlayan tahta köprüde uzunca bir zaman durdu ve başını kaldırarak aldatıcı boşluğa baktı.
Franz Kafka, Şato
Zerdüşt otuz yaşındayken yurdunu ve yurdunun gölünü terk edip dağlara çıktı. Burada başını dinledi ve yalnızlığın tadına vardı ve on yıl boyunca da bundan usanmadı. Ne var ki sonunda dönüştü yüreği – ve bir sabah, tanyeri ağarırken kalktı ve güneşin karşısına geçip şöyle söyledi:
“Ey sen büyük yıldız! Aydınlattıkların olmasaydı, ne olurdu mutluluğun?”
Friedrich Wilhelm Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt
Eşsiz Varvara Alekseyevna,
Dün mutlu oldum, aşırı mutlu oldum, akıl almaz derecede mutlu oldum! İnatçısınızdır, ama hayatta bir kez olsun beni dinlediniz.
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski – İnsancıklar
Aleksey Fyodoroviç Karamazov, on üç yıl önceki korkunç esrarlı ölümü bir zamanlar herkesin dilinde dolaşan (hatta şimdi bile aramızda unutulmamış olan) bölgemizin derebeyi Fyodor Pavloviç Karamazov’un üçüncü oğluydu. Babasının ölümünü yeri gelince anlatacağım.
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, Karamazov Kardeşler
İki haftalık bir ayrılığın ardından nihayet döndüm. Bizimkiler iki gündür Roulettenburg’daydılar. Beni sabırsızlık içinde beklediklerini sanıyordum; yanılmışım!..
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, Kumarbaz
Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim.
Gabriel García Márquez, Benim Hüzünlü Orospularım
Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı.
Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi
Kaçınılmaz bir şeydi: Acıbadem kokusu ona mutsuz aşkların yazgısını anımsatırdı hep.
Gabriel García Márquez, Kolera Günlerinde Aşk
Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı.
Gabriel García Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık
Bu düşünce aklıma yeni takma dişlerimi aldığım gün geldi aslında.
George Orwell, Daralma
Beylik Çiftlik’in sahibi Bay Jones, her gece yaptığı gibi kümesin kapısını örtmüş, ama çok sarhoş olduğu için tavukların girip çıktıkları delikleri kapatmayı unutmuştu.
George Orwell, Hayvan Çiftliği
Gözler önce yüksek, dar ve uzun koridordaki halı döşemenin üzerinde kayacaktı. Duvarlar, akağaçtan yapılma gömme dolaplardan oluşacak, dolap kapaklarının üstündeki bakırlar ışıldayacaktı. Birincisi Epsom’da galip gelen Thunderbird’ü, İkincisi Ville-de-Montereau çarklı gemisini, üçüncüsü Stephenson’un bir lokomotifini canlandıran üç gravürü geçtikten sonra, itmek için minicik bir hareketin yeteceği, damarlı karaağaçtan iri halkalarla tutturulmuş deri bir perdeye ulaşılacaktı. O zaman halı döşemenin yerini, soluk renkli üç halının yer yer örttüğü sarımsı parke alacaktı.
George Perec, Şeyler
Bu sayfaları yazmak niye? Ne işe yararlar? – Bununla ilgili ben ne biliyorum ki? İnsanlara gidip hareketlerinin ve yazılarının nedenlerini sormak, bana göre, hayli aptalca. – Siz kendiniz, bir delinin elinin çizeceği sefil sayfaları neden açtığınızı biliyor musunuz?
Gustave Flaubert – Bir Delinin Anıları
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında hiç kimse bu dünyanın insanoglundan daha akıllı, yine de onun kadar ölümlü varlıklar tarafından merakla ve yakından izlendiğine; insanlar pek çok tasaları ile meşgûlken, belki bir insanın mikroskopla bir damla suyun içinde kaynaşıp hızla çoğalan kısa ömürlü yaratıkları inceleyeceği gibi kılı kırk yararcasına incelendikleri ve araştırıldıklarına inanmazdı.
H. G. Wells, Dünyaların Savaşı
Yabancı, Şubat ayının başlarında, yılın son karının yağdığı soğuk bir kış günü, keskin bir rüzgârın ve şiddetli bir karın altında, yaylaların oradan, göründüğü kadarıyla Bramblehurst İstasyonu tarafından, kalın bir eldiven giydiği elinde küçük siyah bir bavulla yürüyerek gelmişti.
H. G. Wells, Görünmez Adam
Dünyadaki en merhametli şey, zannımca, insan zihninin, içerdiği bilgiler arasında karşılıklı bağıntılar kurmaktaki yetersizliğidir.
H. P. Lovecraft, Ctulhu’nun Çağrısı
En iyi arkadaşımın başına altı kurşun sıktığım, bununla birlikte, bu ifadeyle, onun katili olmadığımı göstermeye çalıştığım doğrudur.
H. P. Lovecraft, Eşikteki Şey
Tekrar ediyorum, baylar, boşuna sorguluyorsunuz. İsterseniz beni burada sonsuza kadar alıkoyun; adalet dediğiniz yanılsamaya bir kurban vermek gerekiyorsa beni hapsedin ya da asın; ama yine de söylemiş olduklarımdan fazlasını söyleyemem.
H. P. Lovecraft, Randolph Carter’ın İfadesi
Hikâyemin başladığı ana kadar silik, cansız bir Hâriciyye memuru idim. Yazdığım hikâye benden ziyâde, sevdiğim insanların hayatına aittir. Fakat ben de onların arasında yaşıyorum ve kendi hayatım onların hikâyesi ile başlıyor. Onun için kendimi de bazan bu ateş ve kan hikâyesine karıştırmaktan korkarak başlıyorum.
Halide Edip Adıvar, Ateşten Gömlek
Evleniyorum Server, hem de kiminle olduğunu bilsen. Cemal Bey’in alafranga kızlarından biriyle!
Halide Edib Adıvar, Handan
Beni en çok suçtan arınmışlığım tedirgin ediyor. Uzunca bir süredir, ruhumun derinliklerinde bütün şiddetiyle hissediyorum bunu.
Hasan Ali Toptaş, Bin Hüzünlü Haz
Bir kuşluk vakti, balkonda oturuyorduk. Sen maviler giymiştin, omuzlarından dökülen saçların usul usul uçuşuyordu. Yüzüme bakıyordun ikide bir, derime sinen geldiğim yeri arıyordun belki; ellerimin nasıl el olduğunu, kirpiklerimin nereye doğru kıvrıldığını öğrenmek istiyordun.
Hasan Ali Toptaş, Ölü Zaman Gezginleri
Bir gölge gibi, masaya doğru yeniden yürüdüm. Doğrusunu istersen, içimdeki hikâyenin hangi cümleden başlayacağını bilemiyordum o sırada.
Hasan Ali Toptaş, Uykuların Doğusu
İsteğine boyun eğiyorum. Bizi bizim kendisini sevdiğimiz ölçüde sevmeyen kadının bir ayrıcalığı vardır: Bize ikide bir sağduyu kurallarını unutturur. Alınlarınızda bir kırışık belirdiğini görmemek, en ufak bir isteğinizi geri çevirdiğimiz zaman kederleniveren dudaklarınızdaki somurtkan anlatımı dağıtmak için, uzaklıkları mucizemsi bir biçimde aşar, kanımızı akıtır, geleceğimizi harcarız. Bugün de geçmişimi istiyorsun, işte al.
Honoré de Balzac, Vadideki Zambak
Lamont sert sert, “Hiç bir yararı olmadı,” diye açıkladı. “Onu etkileyemedim.”
Isaac Asimov, İşte Tanrılar
Son soru ilk kez 21 Mayıs 2016’da insanlık ışığa henüz yeni adım attığında soruldu. Sorulma nedeni beş dolarlık bir bahisti. Şöyle oldu:
Isaac Asimov, Son Soru
Bir gezegen sonunda ölmeye mahkûmdur. Çevresinde döndüğü güneşi patladığı için çabuk bir ölüm olabilir. Ya da güneşi zayıfladığı ve okyanusları buz tuttuğu için yavaş yavaş ölür. İkinci durumda zeki yaratıkların yaşama şansı vardır.
Isaac Asimov, Uzayın Bekçileri
Toz içinde kısa bir palto ve kareli pantolon giymiş kırk yaşlarındaki beyefendi, 20 Mayıs 1859 günü … şosesindeki hanın alçak sundurmasına şapkasını giymeden çıkarak, çenesinde beyazımsı tüyleri ve küçücük donuk gözleri olan genç ve tombul yanaklı uşağına, “Hâlâ görünmedi mi Pyotr?” diye soruyordu.
Ivan Sergeyeviç Turgenyev, Babalar ve Oğullar
Doktor az önce ayrıldı. Sonunda kesin bir sonuca varabildim. Lafı döndürüp dolaştırsa da, en sonunda konuştu. Evet, yakında, ben çok yakında öleceğim. Buz tutmuş nehirler çözünecek ve son karla birlikte büyük olasılıkla ben de akıp gideceğim… Nereye? Tanrı bilir, belki de okyanusa. Peki, madem öleceğim, hiç değilse baharda öleyim.
Ivan Sergeyeviç Turgenyev – Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü
Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim. Yol, bana uygun bir ruh önerebilirdi. Kapıyı çektim, kilidin dili yuvasına otururken “Nereye?” dedi. Aldırış etmedim, çıktım.
İlhami Algör, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku
Her bilenden ziyade bilen bulunur. Bunu tecrübeyle öğrendim. Her şeyi bildiğimi zannettiğim zamanlar da artık geride kaldı. Ne var ki, eski bilgiçliğim ağır bir bedel ödememe sebep oldu ve bu yüzden tarih benim adımı “her şeye karışan çokbilmiş bir ukala” olarak kaydetti.
İskender Pala, Od
Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum. Sonra, onlarla ilgili en ufak bir söz etsem, bizimkilere inmeler iner.
J. D. Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar
Privet Drive dört numarada oturan Mr ve Mrs Dursley, son derece normal olduklarını söylemekten gurur duyarlardı, sağ olun efendim. Garip ya da gizemli işlere bulaşacak son kişilerdi, böyle saçmalıklara kafa yormazlardı çünkü.
J. K. Rowling, Harry Potter ve Felsefe Taşı
Biri dışında, bütün çocuklar büyür ve büyüyeceklerini erken yaşta öğrenirler. Wendy de şöyle öğrendi: İki yaşındayken, bir gün bahçede oynuyordu. Bir çiçek daha koparıp, bu çiçekle annesine koştu. Sanırım küçük kız pek sevimli görünüyordu ki, Bayan Darling elini göğsüne koyup, ‘Ah, keşke hep böyle kala-bilsen!’ diye haykırdı. Bu konuda aralarında geçen konuşmanın hepsi buydu, ama Wendy bundan böyle büyümek zorunda olduğunu öğrenmişti. Bunu iki yaşına girdikten sonra anlarsınız hep. İki yaş, sonun başlangıcıdır.
J. M. Barrie, Peter Pan
Topraktaki bir oyukta bir hobbit yaşardı. Solucan kuyruklarıyla ve sulu çamur kokusuyla dolu, iğrenç, pis, ıslak bir oyuk değil, oturacak veya yemek yiyecek bir yeri olmayan kuru, çıplak, kumlu bir oyuk da değil: Bir hobbit kovuğuydu ve bu da konfor demekti.
J. R. R. Tolkien, Hobbit
Dünyaca kabul edilmiş bir gerçektir, hali vakti yerinde olan her bekar erkeğin mutlaka bir eşe ihtiyacı vardır.
Jane Austen, Gurur ve Önyargı
Catherine Morland’i çocukluğunda gören hiç kimse onun kahraman olmak için doğduğunu düşünmezdi. Hayattaki konumu, anne babasının tabiatı, kendi kişiliği ve mizacı, hepsi birden ona engeldi.
Jane Austen, Northanger Manastırı
4 Mayıs 1771.
Ne mutluyum, gitmekten! Can dost, insan kalbi ne tuhaf! Öylesine sevdiğim senden hiç ayrılamazken, seni bırakıp da yüreği hoş olmak.
Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları
Etli, balon bir kafanın tepesine sımsıkı geçirilmiş yeşil avcı kasketi. Kasketin iri kulaklar, berber eli değmemiş saçlar, o kulaklardan fışkıran ince tüylerle dolu yeşil kulaklıkları, aynı anda iki yönü gösteren dönüş işaretleri gibi iki yanda havaya dikilmiş. Siyah, fırça gibi bıyığın altından dolgun, torba gibi büzülmüş dudakları dışarı fırlıyor, ağzının iki yanındaki beğenmezlikle ve cips kırıntılarıyla dolu küçük kıvrımlarda son buluyor. Ignatius J. Reilly’nin, kasketin yeşil siperliğinin gölgesinde kalan mavi-sarı gözleri D.H. Holmes alışveriş merkezinin önünde bekleşen insanları tepeden süzüyor, zevksiz giyim işaretleri arıyordu. Giysilerin çoğu, beğeni ve inceliğe karşı işlenmiş bir suç sayılabilecek kadar yeni ve pahalıydı. Bir insanın yeni ya da pahalı bir şeye sahip olması, dinbilimden de geometriden de habersiz olduğunun kanıtıydı; o insanın ruhuyla ilgili kuşkular bile uyandırabiliyordu.
John Kennedy Toole, Alıklar Birliği
Konuşkan bir adam değildi Phileas Fogg. Ondaki gizemli hâli arttıran da bu gizem dolu sessizliğiydi. Ama hayatında esrarlı denecek bir yan yoktu.
Şimdiye kadar belli bir yolculuk etmiş miydi?
Jules Verne, 80 Günde Devr-i Âlem
— Sinirlenmeyin, diye nasihat verdi: Olur böyle şeyler.
Kemal Tahir, Derini Yüzeceğim
Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.
Lev Nikolayeviç Tolstoy, Anna Karenina
Nasıl yaşamalıyım, bilmiyorum. Herkes nasıl yaşamalı, bilmiyorum. Bütün bildiğim, nasıl yaşadığım. Kabuğu çıkarılmış bir salyangoz gibi yaşıyorum. Bu da para kazanmak için iyi bir yol değil.
Margaret Atwood, Ademden Önceki Yaşam
Scarlett O’Hara güzel değildi, ama cazibesine kapılan erkekler bunun pek farkına varmazlardı. Tıpkı Tarleton ikizleri gibi.
Margaret Mitchell, Rüzgar Gibi Geçti
İçine doğan tüm kötü hislere rağmen işlerimi kazasız belasız yoluna koyduğumu duyunca memnun olacağını tahmin ediyorum. Buraya dün geldim ve gelir gelmez de ilk işim, sevgili kardeşimi iyi olduğumdan, girişimimin başarıya ulaşacağına dair inancımın giderek güçlendiğinden haberdar etmek üzere kolları sıvamak oldu.
Mary Shelley, Frankenstein ya da Modern Prometheus
La Mancha’nın, adını hatırlamadığım bir köyünde, fazla uzun zaman önce sayılmaz, evde mızrağı, eski deri kalkanı asılı asilzadelerden biri yaşardı; cılız bir beygiri, bir de tazısı vardı, içinde koyundan ziyade sığır kaynayan çorba, çoğu gece yenen kıyma, cumartesileri yenen omlet, cuma yemeği mercimek ve bazı pazarlar fazladan yenen bir güvercin, gelirinin dörtte üçünü tüketirdi.
Miguel de Cervantes, Don Quijote
Çoğu şeyin başladığı gibi, bu da bir şarkıyla başlar.
Ne de olsa önce söz vardı ve söz dediğinizin bir melodisi olurdu. Dünya bu şekilde yaratıldı, boşluk bu şekilde bölümlere ayrıldı, topraklar ve yıldızlar ve düşler ve küçük tanrılar ve hayvanlar bu şekilde dünyaya geldi.
Hepsi şarkıyla söylendi.
Neil Gaiman, Anansi Çocukları
Peder Francesco, bugün kalemi ele alıp da senin hayatım ve çağını yazmağa kalkışan naçiz ben, hatırlarsın, ilk karşılaştığımızda zavallı bir dilenciydim, çirkindim, saçım sakalım birbirine girmişti, kaşlarımın kılları enseminkilere karışıyordu. Korku doluydu gözlerim, bön bön bakıyordum; kekeliyordum, kuzular gibi meliyordum; sense, çirkinliğimle, aşağılık durumumla alay ederek, bana ‘Leo Kardeş’ arslan kardeş demiştin. Ne var ki, hayat hikâyemi anlatınca sana, ağlamağa başladın; kollarınla sımsıkı sarıp, öptün beni, “Leo Kardeş, bağışla beni,” dedin “‘Arslan’ diyerek seni alaya aldığım doğru, ama şimdi gerçekten ‘arslan’ olduğunu görüyorum; çünkü ancak bir arslan düşebilir peşine, senin düştüğün şeyin.
Nikos Kazancakis, Allah’ın Garibi
Merhum profesörün biraz sonra okuyacağınız notları bana bir hanım arkadaşı tarafından, sayın profesörün avukatı ve dolayısıyla miras işlerini takip eden kişi olduğum için verildi. Rahmetli aleyhine, son zamanlarında açılan amme davalarının çokluğu, kendisiyle ister istemez yakın ilişki kurmama sebep oldu. Sözlerim yanlış anlaşılmasın: müteveffa ile, özellikle geçmiş kültürümüz üzerine yaptığım sohbetler, bende ebediyen silinmeyecek izler bırakmıştır. Beni kendisine takdim eden üstad Abdülgani Meşveret gibi merhum âlim Server Gözbudak da. eski tabiriyle ‘nesli münkariz’ olmuş ender bir şahsiyetti.
Oğuz Atay, Eylembilim
Olay, XX. yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evinde başlamıştı. O zamanlar daha Olric yoktu, daha o zamanlar Turgut’un kafası bu kadar karışık değildi. Bir gece yarısı evinde oturmuş düşünüyordu.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar
Şimdi bir ölüyüm ben, bir ceset, bir kuyunun dibinde. Son nefesimi vereli çok oldu, kalbim çoktan durdu, ama alçak katilim hariç kimse başıma gelenleri bilmiyor.
Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı
İstanbul’un sokakları içerisinde bir yerde, bizimkine benzeyen bir başka evde, her şeyiyle benim benzerim, ikizim, hatta tıpatıp aynım bir başka Orhan’ın yaşadığına çocukluktan başlayarak uzun yıllar aklımın bir köşesiyle inandım.
Orhan Pamuk, İstanbul Hatıralar ve Şehir
Aslında yazar olmak istiyordum. Ama anlatacağım olaylardan sonra jeoloji mühendisi ve müteahhit oldum.
Orhan Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın
Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu.
Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi
Altı gün önce, Wisconsin’in kuzeyindeki bir yol kenarında, adamın biri kendini havaya uçurdu. Hiç tanık yoktu, ama anlaşıldığı kadarıyla, yapmakta olduğu bomba kazayla patladığı sırada, adam yola park ettiği arabasının hemen yanındaki çayırda oturuyordu.
Paul Auster, Leviathan
Bir gün yaşam vardır. Bir adam, örneğin, sağlığı yerinde, yaşlı bile değil, hiç hastalık geçirmemiş. Her şey eskiden olduğu gibi, bundan sonra hep olacağı gibi. Kimsenin işine karışmadan, yalnızca kendisini bekleyen yaşamı düşünerek bir günden ötekine geçer bu adam. Sonra, ansızın, ölüm geliverir.
Paul Auster, Yalnızlığın Keşfi
Her sabah “yeni bir gün” dedikleri şeye açtığım gözlerimi gerisingeri kapamak, yatağımdan hiç çıkmamak istiyorum. Ama mecburum.
Paulo Coelho, Aldatmak
Bir kervancının getirdiği kitabı eline aldı Simyacı. Kapağı yoktu kitabın, ama gene de yazarının kim olduğunu anladı: Oscar Wilde’dı yazar. Kitabın sayfalarını karıştırırken Narkissos’u anlatan bir öyküye rastladı.
Paulo Coelho, Simyacı
11 Kasım 1997 günü Veronika kendini öldürme zamanının – sonunda!- geldiğine karar verdi. Bir manastırda kiraladığı odasını dikkatlice temizledi, kaloriferi kapattı, dişlerini fırçaladı ve yatağına uzandı.
Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor
Muallâ kendisine çok tavsiye edilen bu kitabı okumakta hâlâ tereddüt ediyordu. Yapraklarını çevirdi. “Beni yalnız bırakmayınız!” diye başlayan bir sahifenin yukarısından ortalarına doğru gözleri, satırların basamaklarını ikişer üçer atlayarak aşağıya kadar inmişti. Bir kaç yerde hep aynı cümle: “Beni yalnız bırakmayınız!”
Peyami Safa, Bir Tereddüdün Romanı
Çocuklar Hastahanesi
Beklemesini onlar kadar bilen yoktur.
Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Cesareti yoktu. Kardeşi küçük ve yuvarlak bir francala diliminin üstünde saat camı takar gibi dikkatle yerleştirdiği jambona tereyağını sürerken hiçbir meseleyi ciddi konuşamazdı. Bir kaşı yukarı kalkmıştı. İri mavi gözlerinde parlayan iştahtan yüzünün niçin güldüğünü, onu hiç tanımayanlar da bir bakışta anlayabilirlerdi. Fakat söylemeliyim. Yoksa çıldıracağım. Dün gece uyumadım.
Peyami Safa, Yalnızız
Rick Deckard’ı, yatağının yanındaki duyarıcının otomatik alarmının pompaladığı tatlı küçük bir elektrik akımı uyandırdı.
Philip K. Dick, Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi
Yakmak bir zevkti.
Bazı şeylerin yitmesini, kararmasını ve değişmesini görmek özel bir zevk veriyordu.
Ray Bradbury, Fahrenheit 451
Dördüncü sınıftaydım. Yaşım oniki kadar olmalı. Fransızca muallimimiz Sör Aleksi, bir gün bize yazı vazifesi vermişti. “Hayattaki ilk hatıralarınızı yazmaya çalışın. Bakalım neler bulacaksınız? Sizin için güzel bir hayat temini olur,” demişti.
Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu
– Altın Yaprak Anonim Şirketi’nden niye mi istifa ettim? Bunda anlaşılmayacak hiçbir şey yok. Aldığım altmış iki lira aylıkla geçinemiyordum.
Reşat Nuri Güntekin, Yaprak Dökümü
1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın’ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler.
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf
Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor.
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna
Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur; olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Sait Faik Abasıyanık, Hişt, Hişt!…
Topal martı ile balıkçının konuştukları bile, işitilmemişse de, görülmüştür. Önce martının laf attığına kalıbımı basarım. Ne dediğini söyle deseler söyleyemem ama, işin başka türlü olmasına; diyeceğim, ilk balıkçının martıya laf atmasının mümkünü yoktur.
Sait Faik Abasıyanık, İki Kişiye Bir Hikaye
Sinemadan çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat küfrettim. Canım bir yürümek istiyordu ki…
Sait Faik Abasıyanık, Öyle Bir Hikâye
19 Ağustos 1966 tarihli haftalık Enterprise gazetesinden bir haber kupürü:
GÖKTEN TAŞ YAĞDI
Stephen King, Göz
Siyahlı adam çölde kaçıyordu. Silahşor de peşindeydi.
Stephen King, Kara Kule #1, Silahşor
Dünyanın dişleri vardı ve canı ne zaman isterse ısırabilirdi seni.
Stephen King, Tom Gordon’a Aşık Olan Kız
Olay 1932’de, eyalet cezaevi hâlâ Cold Mountain’dayken oldu. Elektrikli sandalye de oradaydı tabii.
Stephen King, Yeşil Yol
Garip, boğucu bir yazdı. Rosenberg’leri elektrikli sandalyede idam ettikleri yaz. Ve ben New York’ta ne aradığımı bilmiyordum.
Sylvia Plath, Sırça Fanus
Bağlı değildi, sağında solunda bir sürü koltuk varken, odadaki tek tahta iskemlenin üstünde, kımıldamadan oturmasını söyleyen de olmamıştı, o gene de hep aynı yerde, aynı tahta iskemlenin üstünde, kımıldamadan oturuyor, korku ve şaşkınlık içinde karşısındaki adamlara bakıyordu.
Tahsin Yücel, Gökdelen
Bayram Beyaz günde en az üç gazete okur, üstelik, yıllardan beri hiçbir olayı atlamamakla övünürdü. Bu nedenle, bir akşamüstü, gazetede, saymanlık müdürü Şemsi Çamlı’nın odasında, söz yolunu şaşırıp da Uluslararası Dilbilim Günleri’nin çevresinde dönmeye başlayınca, hele bir de Şemsi beyin gözde dostu, Valéry ve Mallarmé tutkunu iç hastalıklar uzmanı Prof.Dr. Osman Nuri Balcı “Bayram’cığım, senin belleğin çok güçlüdür; o toplantının altını üstüne getiren şu büyük dilcinin adı neydi, söylesene!” deyince, tepesi attı, ünlü hekimin yaşına başına bakmadan kendisini işletmeye kalktığını düşündü: olayı da, adamı da hiç mi hiç anımsamıyordu.
Tahsin Yücel, Yalan
Ölümdür bu gelen. Azrâil’in ayak sesleridir işittiği. Biliyor bunu; çoktandır. Ama gene de hazır değildir. Bir burukluk var içinde. Allah’dan nice zamandır, gece, gündüz dudakları kıpır kıpır mehil diliyor.
Tarık Buğra, Osmancık
Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu: bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı.
Ursula K. Le Guin, Mülksüzler
“İdam mahkûmu!”
Beş haftadan beri bu düşünceyle baş başayım, onunla yaşıyorum; ürkütüyor varlığı beni, ağırlığı altında eziliyorum!
Victor Hugo, Bir İdam Mahkûmunun Son Günü
Ama biz sizden kadınlar ve kurmaca üzerine konuşmanızı istemiştik, bunun kendine ait bir odayla ne ilgisi var, diyebilirsiniz. Açıklamaya çalışayım.
Virginia Wolf, Kendine Ait Bir Oda