Mehmet Rauf’un “Eylül”ü, Türk edebiyatının ilk başarılı psikolojik romanı olarak kabul edilir. 1900 yılında Servet-i Fünun dergisinde yayınlanmaya başlanmış ve yazar, romanını Halit Ziya’ya ithaf etmiştir.
Yazar, Servet-i Fünun akımının en önemli temsilcilerindendir. Burada bir parantez açalım.
Servet-i Fünun dergisi altında birleşen şair ve yazarların, derginin yayın hayatının en aktif olduğu 1896-1901 yılları arasında, içerik ve teknik olarak Batılı bir edebiyat anlayışı benimsemeleri ile oluşmuştur. Derginin ismi “Fenlerin zenginliği” anlamına gelmektedir; ilk başlarda fenni konuları ele almalarına karşın 1896 yılında yazı işleri müdürlüğüne Tevfik Fikret’in getirilmesiyle edebiyat dergisi halini almıştır. Edebiyat-ı Cedide (Yenilikçi Edebiyatçılar) adını da kendileri benimseyip kullanmışlardır. Devrin siyasi baskıları neticesinde genellikle romantizm, sosyal hayat gibi konuları ele almışlar, ağır ve sanatkarane bir dil kullanmışlardır. Tasvirleri daha çok gözleme dayanır. Yazarlar daha çok bildikleri ortamı, özellikle İstanbul’u anlatmışlardır. Mehmet Rauf da birazdan açıklayacağımız üzere romanını bu özelliklere bağlı kalarak yazmıştır.
Onun, Eylül’ü yazdığı şartları anlayabilmek için bir parantez de yazarımız için açalım.
1875-1931 yılları arasında yaşayan yazar, deniz subayı olarak eğitim görmüştür. Romanda, yazarın İstanbul Boğaz’ına ve Süreyya’nın tekne maceralarına hakimiyeti hissedilir. 1894’te irtibat subayı olarak çalışmaya başladıktan sonra Servet-i Fünun dergisinde de yazıları yayınlanmaya başlamıştır. Bu dönemde Tevfik Fikret’in halasının kızı Sermet Hanım’la evlenmiştir. 1900 yılında yayınlanan “Eylül” büyük ilgi görmüş, 1908 yılından sonra Mehmet Rauf sadece yazarlık yapmaya başlamıştır. Mehasin ve Süs adlarında iki kadın dergisi de çıkarmıştır. Bu aşamada hayatını, yazdıkları ve ticaretle geçirmeye çalışmıştır. Zengin bir bayanla da kısa süren bir evliliği olmuş, üçüncü evliliğini hayranı olan bir bayanla yaptıktan bir ay sonra felç geçirmiştir. Aşk maceraları ve fakirlikle geçen ömrü 56 yaşında sona ermiştir.
Şimdi de biraz dedikodu yapalım. Yazar, Sermet Hanım’la olan evliliğinde, Tevfik Fikret’in de yaşadığı konağa iç güveysi olarak gitmiştir. Eylül’ün öyküsünün bu yıllara dayandığı ve Mehmet Rauf’un imkansız aşkının da Fikret’in eşi olduğu rivayet edilir. Ancak doğrulanmış bir bilgi değildir. Aşklarına dair verdiği bir röportajda dahi bu konunun bahsini açmamıştır. Romandaki Necip karakterinin inandırıcılığı ve yazarın hayat tarzı nedeniyle bu dedikoduların çıkmasını belki de doğal karşılamalıyız.
Çoğu eserin tamamen öznel, yazarının fikir ve duygularından bağımsız olduğunu söylemek çok inandırıcı olmayacaktır. Kaldı ki, kimi zaman yazarların karakterlerini idealize edip kendilerinin söylemek istediklerini söyletmelerine de rastlamak mümkün. Eserin başarısını bu açıdan da değerlendirmek gerektiği kanısındayım.
Yayınlandığı dönemde pek ses getiren bu esere yapılan yorumlardan, Mehmet Rauf’un aşka aşık bir insan olduğu (Halit Ziya’nın roman hakkındaki yorumları da bu kanaat doğrultusundadır), henüz 22 yaşındayken dergi için doldurduğu bir ankette, en büyük hayali olarak ‘birlikte ölünecek kadını bulmak’ arzusunu bildirdiği anlaşılmaktadır. Musiki ve aşka tutkun yazar, eserlerinde de bu konulara ısrarla yer vermiştir. Eylül, yazarın en bilinen eseri olmakla birlikte, sonraki eserlerinde de psikolojik tahlillere sıkça yer vermiş, genellikle aşk maceraları üzerinde kafa yormuş; ancak bunlar Eylül kadar başarılı olamamıştır. Yazarın Necip karakterini diğerlerinden daha fazla benimsediğini söylemek de çok yersiz bir iddia olmayacaktır.
Yazar, eserlerinde genellikle tahlillere yer verdiğinden karakter sayısını az tutmuştur. Detaylı olarak üzerine eğildiği karakter sayısı ise daha azdır.
Eylül romanının karakterlerini biraz tanıyalım.
Suad: Son derece naif, iffetli ve masum olan, Mehmet Rauf’un hayalinde yarattığı ideal kadındır. Musikiye, piyanosuna, özellikle batılı müzisyenlere hayrandır (burada da bir Batı’ya dönüş görmek mümkündür). Kocası Süreyya ile 5 yıldır evlidir ve eşine son derece bağlıdır. Duygularını ifade etmekte zorlanır; bu durum derin düşüncelere ve güçlü bir sezgiye vesile olur. İsminin anlamı, ‘mutlulukla ilgili olan’dır. Bir adamı mutlu edebilecek her özelliğe sahiptir. Saygı ve sevgi uyandırıcı bir yapısı vardır.
Necip: Hep kötü sonuçlanan ilişkileri nedeni ile evliliğe olumsuz yaklaşan; insanların, özellikle kadınların masumiyetine karşı inancını yitirmiş, Süreyya’nın halasının oğludur. Necip ‘soylu’ anlamına gelmektedir. Karakter musikiye önem veren, kibar, yakışıklı, sevgisini uzun süre saklayabilecek sadakat ve güvenilirlikte bir gençtir., İnsanın tüm kötü yanlarını görmek ve duymak gibi olumsuz bir özelliğe sahip olması nedeni ile kendini eleştirse de, sevgisini saklama dirayetine sahip olmak ve kuvvetli bir aşka tutulmak gibi hasletleri nedeni ile diğer insanlardan üstün görmektedir. Kuzeni Süreyya’nın basit zevkleriyle kıyaslayınca da aynı kanaate varmaktadır.
Süreyya: Suad’ın kocası.Kolayca iyi bir evlilik yapmış, şanslı, yüzeysel, hedonist bir adamdır. Denize ve balıkçılığa meraklıdır. Bir kalemde çalıştığından bahsedilmekte, ancak neresi olduğu net olarak söylenmemektedir. Eşinin onu mutlu etmek için babasından alıp verdiği 30 lira ile gururu incinmeyecek, genç ve bekar bir adam olan Necip’in güzel karısına rağmen sürekli yakınlarında olmasına aldırmayacak kadar geniş bir insandır. İsminin anlamı da ‘Ülker yıldızı’dır. Süreyya, yıldızlar gibi uzak ve soğuktur. Uzaktan mükemmel görünür ancak yakından bencil ve yüzeysel olduğu anlaşılır.
Hacer: Süreyya’nın kardeşi. Babasının istediği bir evlilik yapmış ve mutsuzdur. Eşine bağlılığı olmayan, insani tüm kötü duyguları barındıran, yazarın kötü kadın ve evliliği tanımlamak için kullandığı karakterdir. Fiziken Suad’dan güzel olsa da beğenilecek bir özelliği yoktur. Karikatürize edilmediğinden ve Suad davranışlarına bir gerekçe bulmaya çabaladığından son derece sıradan, kolayca karşımıza çıkabilecek kadar gerçekçi miktarda kötülüğü olan biridir.
Fatin: Hacer’in eşi. O da fırsatçı, kayınpederine yalakalık etmekten ve para kazanmaktan başka meşgalesi olmayan, haset, cimri bir adamdır. Hacer’le hiç ortak noktaları yoktur.
Beyefendi: Süreyya’nın babası, despot bir aile reisidir. Karısının ve ailesinin isteklerine önem vermez.
Hanımefendi: İsteklerini dile getiremeyen, kocasına çaresizlikten kul olmuş bir kadındır. Yazarın beğenmediği bir evlilik çeşidi de burada kendini göstermektedir.
Yazar Servet-i Fünun akımına bağlı kalarak çok ağır bir dil kullanmıştır. Hatta bu nedenle yeni basım eserlerin hepsi sadeleştirilmektedir. Özellikle tasvirlerinde satırlarca süren cümleleri vardır.
Yine, bildiği çevreyi, İstanbul’u mekan olarak kullanmıştır. İstanbul korularına ve Boğaz’a ilişkin tasvirleri gerçekten ayrıntılı ve güzeldir. 1900 yılında İstanbul’u merak edenlerin gözlerinde canlandırmasına imkan tanımaktadır. Mehmet Rauf’un tasvirleri de gözleme dayalıdır, ve hatta realizm ve natüralizm, doğa tasvirlerinde kendini oldukça hissettirir. Yer yer de sembolist etkiler görmek mümkündür. (mevsimlerin, ilişkileri ve ruh hallerini yansıtması gibi). Romanda kişilerin ve mekanların tasvirlerine ise çok az yer verilmiştir. Karakterlerin zevklerinde ve birbirleri ilişkilerinde de ilerici bir bakış açısı benimsendiği anlaşılmaktadır. Roman anlatıcı ağzından, özellikle karakterlerin psikolojik tahlilleri ve doğanın tasviri çerçevesinde ilerlemiş; olay örgüsü ve yan karakterler çok fazla işlenmemiştir.
Gelelim konusuna. Öncelikle yazarın karşı cins üzerinde ciddi bir gözlem yaptığını; ancak Suad dışındaki kadın karakterlere, erkekler tarafından genel olarak atfedilen kıskançlık, fesatlık, iki yüzlülük gibi kötü hasletleri layık gördüğünü, kadınların yalnız erkekleri mutlu ya da mutsuz etmeye muktedir olduğunu, ve bunun kadına hem çok basit hem çok yüce bir nitelik kazandırdığını dikkate alarak karakter tasvirlerini yaptığı kanaatine vardığımı söylemeliyim. Belki de döneminin kadına bakış açısı, kurduğu mükemmel kadın imgesi nedeni ile sürekli büyük hayal kırıklıkları yaşamış olması, aşkı tüm değerlerin üzerinde görmesi, kadını böylesi tek yönlü özelliklerle tarif etmesinin sebebi olarak görülebilir. Yazar, yalnız Hanımefendi’nin saygı uyandırdığını söylemektedir. O da eşinin sözünün dışına çıkmamakta, sürekli onun ve evin işlerinin peşinde koşmaktadır.
Roman, evliliklerindeki beş yılın ardından Suad’ın, yalnız varlığının eşini mutlu etmeye yetmediğini, çocuklarının olmaması nedeni ile hayatlarının monotonlaştığını ve artık eşiyle alıştığı hayatı devam ettirebilmek için onu mutlu edecek planlamalar yapmak zorunda olduğunu düşünmesiyle başlıyor. Eskisi gibi sevilmemenin, belki terk edilmenin korkusuyla samimi ve doğal yaşantılarını değiştirmek gerektiğinden bahsederken, Süreyya’nın ilişkinin devamı için herhangi bir çaba göstermediğini, belki Suad’ın gördüğü tehlikelerden haberdar dahi olmadığını anlıyoruz. O sadece her yaz geldikleri bağ evinin ne boğucu olduğundan şikayet etmektedir.
Ziyaretlerine gelen Necip, kendisinden yüz bulmaya çalışan Hacer’den nefret etse de, Suad’ın naifliğine saygı duymaktadır. Ancak onun ve Süreyya ile evliliklerinin de göründüğü kadar mükemmel olmadığını düşünmektedir. Suad’ın eşinin sıkıntısını gidermek için babasından para ve yalının tutulması konusunda Necip’ten yardım istemesi üzerine evin diğer sakinlerinden ayrı, üçünün yakınlaşması başlar.
Süreyya ile birlikte yalıyı tutmaya giden Necip, ısrarla misafir olarak da çağırılır. Önceleri gitmek istemese de Süreyya ile karşılaşınca gitmek mecburiyetinde kalır. Hem yalı ve Boğaz’ın güzelliği, hem Suad’ı yakından tanımanın kendinde uyandırdığı merak ile sık sık davetlere icabet eder. Birlikte gezmeleri, Süreyya’nın paylaşmadığı ortak müzik zevkleri sayesinde birbirlerini daha iyi tanırlar. Necip, tanıdıkça Suad’ın ne kadar iyi, masum ve insanı mutlu etmeye muktedir olduğunu fark ettikçe ona olan hayranlığı artar. Süreyya’nın bahtına imrenir. Hatta evlilik bahsi açıldığında Necip evlenmek istediği kadın için Suad’a “Sizin gibi olsun,” der. Suad bu cümleyi kendine saklar.
Bir gün beraber gezerlerken Süreyya genç bir adamı oralarda sık sık gördüğüne dair şüphesini açıklar. Necip, genç adamın Suad ile ilgisi olabileceğini düşünerek onun sandığı kadar temiz ve yüce olmadığını düşünüp üzülür. Süreyya’ya acır. Ancak o genci de kıskanır ve onun yerinde kendisi olsaydı, bu adice durumun gözüne o kadar da kötü görünmediğini hayretle fark eder. Suad’a saygıdan başka hisleri de olduğunu kabullenmeye başlar. Düşüncelerinin yanlış olduğunun farkına varınca, Suad gözünde daha da yücelir. Duyguları önceleri tatlı bir mutluluk verir. Kapısını kendine samimiyetle açan arkadaşına ihanet ettiğini düşündükçe yıkılır; ama kendini git gide kaptırıp aşka esir oldukça; ne şanslı olduğunu, mutluluğu nihayet bulduğunu, sadece sevmekle yetindiğini, arkadaşını üzecek bir beklentisi olmadığını düşünerek avunur. Bu sırada Suad da, eşinin kendini eskisi kadar sevmediğini, basitçe denize, balıkçılığa ilgi duyduğunu, kendisini deniz tuttuğundan bu ilgisine de ortak olamadığını düşünmekte, eşinin azıcık ilgisiyle asıl meselenin ilgilenilmemek olduğunu görüp kendine kızmaktadır. Süreyya ise önce teknelere, sonra kotralara, balıkçılığa tutku gösterdiğinden ikisinin duygu ve düşüncelerinden habersizdir.
Necip, Süreyya’ya karşı mahcubiyeti arttığında evden ayrılmaya karar verir. Ancak giderken Suad’ın piyanonun üzerine koyduğu eldivenlerden birini yanına alır. Yokluğunda Suad, Necip’in hiç olmazsa hayatlarına renk kattığını, şimdi Süreyya’nın büsbütün sıkılacağını düşünerek üzülür. Bu sırada bağ evinden Suad’ın dadısı gelir ve Hacer’in, Necip’in eve bu kadar sık girip çıkmasını manalı bulduğuna dair konuştuğunu söyler. Bunun üzerine Suad, Süreyya’nın da bu şekilde düşünmesinden endişelenerek düşüncelere dalar. Tamamen masum olduğu halde, yanlış anlaşılmamak için Necip’ten bahsedemez bile.
Necip’in gelmek için söz verdiği günde Süreyya bağ evinden Necip’in tifo olduğunu öğrendiği halde gelir. Anlatırken, evdekilerin her an ölümü beklediğinden bahseder, endişelidir ama endişesi biraz sonra dillendirilmektedir bile uzaklaşır. Suad onun kayıtsızlığına kızar; bağ evinde Hacer’in ilgisizliği ve Hanımefendi’nin her şeyle ilgilenmesi nedeniyle Necip’e bakacak kimse olmadığını düşünür. Süreyya’nın yanlış anlamasından korktuğu için yine de bir şey söylemez. Bir hafta sonra Süreyya bağ evine gideceklerini söyler.
Suad, bir hastaya duyulan merhameti duymaktadır. Ancak hasta odasında iken, Necip de uyanık olduğu halde Hacer, Necip’in yastığının altında bulduğu eldivenden bahseder. Suad anlamıştır. Neyse ki Süreyya odada değildi diye düşünür. Yalıya döndüklerinde bir kabus görür. Necip ölmüş, kendisi de başında saçlarını yolarak “Necip!” diye haykırmaktadır. Uyandığında Necip’in yokluğunun kendisini ne kadar üzeceğini korkuyla fark eder. Onun kendisini sevmesini, üstelik bu kadar zamandır gizlemesini çok yüce bir davranış olarak görür.
Necip’in nekahet devresini yalıda geçirmesi kararlaştırılmıştır. İkisi de farklı hislerini gizlemeye özen gösterirler. Necip, Suad’ın sevgisini bilip bilmediğinden emin olamaz. Yine yalıdan kaçar. Suad’la sonraki karşılaşmalarında Suad da bu sevgiyi kabul ettiğini gösterir. Bir yandan Necip’in gelmesini istemez, Süreyya’ya üzülür, bir yandan da onu gördükçe ilk defa aşık olmuş kalbi ona daha çok bağlanır. Necip de, her ne kadar Süreyya’ya üzülüp yaptığını namusa aykırı bulsa da, birleşebilseler bunların hiçbir önemi olmadığını düşünür.
Süreyya, kışı konakta geçireceklerini haber verince Suad ile ilk kavgalarını ederler. Suad, konakta iyice karışacak hayata girmek istemediğinden gitmek istemez, ama Süreyya istediğini ve gideceklerini söyler. Suad, Süreyya’nın babasında şikayet ettiği baskıyı kendine yaptığını görünce içinde ona karşı nefret ve intikam hissinin doğmasına hayret eder. Eşinin kendi isteğini böylece görmezden gelmesini sevmediğine işaret sayar. İlk defa bu şekilde hissetmektedir.
Konakta kalırlarken Hacer’in gerçekten ahlaken ne kadar düşük olduğunu, tüm ilişkilerin yapay ve iki yüzlü olduğunu fark ettikçe burada kalmaktan nefret ettiğini düşünür. Necip’in konağa ziyaretinde ise Hacer’in imalı bakışları nedeni ile Necip’e doğru düzgün bakamaz bile. Suad Necip’in gelişlerinde yanlış anlaşılmalardan korkarken Necip’in sahte gülümsemelerine, Hacer’le fısıldaşmalarına kanıp onun kendini artık sevmediği, kendinden faydalanma imkanı kalmadığından artık ilgilenmediği zannıyla perişan olur. Necip ise onu görebilmek için Hacer’in suyuna gider, onu bahane olarak kullanır, ancak Suad’ın kendisini görmek istememesiyle harap olur. En sonunda Suad, Necip geldiğinde yemeğe inmeyince Necip istenmediğini anlar.
Necip konağa gelmese de haberleri gelmiştir. Bir kumpanyadaki aktrisin peşinden gezdiği, bir gece içki masasında sızdığı için kadının başkasıyla kaçtığı söylenir. Necip’in eğlencesine geri döndüğünü düşünür Suad da. Süreyya da af dileyince “Aşk ile mutluluk birlikte mümkün olmadığı gibi, aşk ile namus da birlikte imkansızdır. O halde namus ve huzur elbette tercih edilir,” diye düşünür; bir bebeğin hayatını değiştireceğini hayal eder.
Necip gelmedikçe Suad, onun Hacer için gelmediğini anlayıp üzülür, ancak Frenk kadınlarının peşinde olan Necip’e öfkesi azalmaz.Kara kışın bir gecesinde Necip habersizce gelir. Sarhoştur. Kadınlar hakkındaki düşüncelerini, onların ne kadar merhametsiz, güvenilmez olduklarını anlatır. Suad üzerine alınır, ancak halen terk eden aktrist nedeni ile böyle olduğunu düşünür. Necip yatmaya ikna edilir, hanımefendi odasındadır. Hacer de Suad’ı çağırıp Necip’in odasına götürür, kapıyı dinlerler. Necip’in kendisi yüzünden perişan olduğunu anlayan Suad üzülür.
Sabah evdekiler düğüne gitmek için çıkarlar, Suad’a da Necip için çağırdıkları doktoru içeri alma görevini verirler. Suad içeri girip konuşamaz. Doktoru beklerken Necip çıkar. Sitem ederken Suad ağlamaya başlayınca Necip sevildiğini anlar. Birlikte gidemeyeceklerini anlayınca Suad, Necip’in aldığı eldivenin diğer tekini ona verir. Necip, kendisini sevmesi, arada bir yüzünü görebilmesi şartıyla evden gitmek üzereyken Suad’ın gözlerinden öper. Ayrılırlar.
O akşam Konak’ta yangın çıkar, Süreyya şaşkındır, Suad’a seslenir; içerde kalmıştır. Herkes onu arar. Necip bu sırada gelir. Suad’ın olmadığını öğrenince Süreyya ile birlikte konağa girer. Odalarının kapısı yanmaktadır. Süreyya girmeye cesaret edemez. Necip kapıyı açıp içeri girdiğinde Süreyya da atılır. Ancak tavan çöker ve Süreyya arkasına döner.
Kitabın illa bir ana fikri olacaksa; yazar, aşkın bir saniye için de olsa yaşanması gerektiğini düşünmektedir. Aşka feda edilen hayatın ne kadar önemsiz olduğunu, buna rağmen aşk oldukça, yaşanmasının mümkün olduğunu söylemektedir. Elbette, mutlu bir evlilik için benzer zevkleri olması ve eşlerin birbirini istemesi gerektiğini de çeşitli vesilelerle haykırmaktadır.
Bir de şu cümle vardır ki; “Aşk ile mutluluğun birlikte mümkün olmadığı gibi aşk ile namus da birlikte imkansızdır. O halde namus ve huzur elbette tercih edilir”, belki de romanı özetleyebilmektedir.
Kaynak:
Mehmet Rauf, “Eylül”, Say Yayınları, 2015
Wikipedia
Merhabalar,
Edebiyatımızın ilk psikolojik romanı olarak kabul edilen Eylül romanından altını çizdiğim, en sevdiğim 10 alıntıyı sizinle de paylaşmak istedim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/mehmet-rauf-eylul-romanindan-altini-cizdigim-10-alinti/
Keyifli okumalar dilerim,
edebiyatla, sağlıcakla kalın.