Selim bir kaç gün önce, intihal suçlaması nedeniyle tartıştığı tez hocasının odasından, sonra dört yıldır birlikte olduğu kız arkadaşının hayatından atılmış; tüm felaketleri bir kaç güne sığdırmayı başaran Eylül’ün ne menem bir şey olduğunu anlamaya çalışıyordu. Günlerce, yatağına komşu tavandan bir cevap duyabilmeyi umdu. Beklentisinin sürrealitesi tescillendiğinde, tek cephesinde pencere bulunan zemin kattaki iki göz evinden taşarak sokaklara sığmayı denedi. Züğürt terapisiydi yürümek, o da öyle yaptı.
İki yanından kuşatan kestane ağaçlarının tepesine baktı alışkanlıkla. Uçtaki dallar hafif rüzgarda daha güçlü sallanıyordu; genç olanın savrulması kolaydı tabii. Ya kendisi?…
Otuzunu çoktan aşmış, yolunu yol bellemişken üçüncü kez reddedilmiş tezi için yeniden başlamaya cesaret edebilecek miydi? Kitaplara verecek paradan kısmak için kütüphanede yaşamayı bile göze almışken, tekrar oturabilecek miydi masanın başına? Uzaktan akrabası yerine kürsüye alındığından beri ısrarlı tacizlerini düşününce, hocanın nihayetinde tezini kabul edeceğini ummak safdillik olmuyor muydu? Bir iki kez kürsü başkanıyla konuşmayı denemiş, tavırları çocuksu bulunup kütüphaneye geri yollanmıştı. Söze karşılık söz. Keşke yaşadıklarımı anlatmanın bir yolu olsaydı ya da yeniden deneyecek cesaretim olsaydı!
Ya kız arkadaşı… Artık evlenecekleri umudunu dillendirmeyi düşünürken “yürümüyor!” demişti. Eylül girdiğinden beri üşütüyordu sözleri, öncesinde nasıl da mutlulardı! Yanılıyor muydu? Teze ayırıp ondan kıstığı uzun saatlerin, parasızlıktan yapılan hep ev içi planlarının ardında kırgınlıklar mı birikiyordu? Keşke ayaklarımın altındaki yapraklar gibi çatırdamasaydı gururum, belki bir şans daha isterdim!
Esen rüzgar üşüttü bu kez. Biraz daha sarıldı ceketine. Eylül demek doğal gaz sezonunun da açılması demekti. İki kuruşluk maaşıyla simit çayla kıt kanaat geçinip gidiyordu. Ya şimdi? Neredeyse kütüphanede yatıp kalkarken işi nereden bulacaktı? Kış bastırıp masraflar artınca baba evine mi dönecekti? ‘Askerden kaçmak için doktora yapan hayırsız evlat’ söylemlerine bünyesinin dayanabilmesi mümkün müydü yeniden?
Niyeti başlarda buydu belki, ama sonra sevmişti bu işi. Hem hırs da yapmıştı bitirmeye… Sevdiği neydi gerçi, ondan da emin değildi artık. İdealist hayalleri kovalamak mıydı onu cezbeden, yoksa sorumluluktan uzak, uzadıkça uzayan öğrencilik mi? Keşke son konuşmamızda ‘bu kez bitecek, artık para istemeyeceğim, bu son!’ demeseydim!!
Önüne uzanan bir maşayla kesildi yolu. Dalmıştı. Fark edince çekilse de sıcak maşa koluna değdiğinde kehribar rengi ceketinde koyu renk bir leke bıraktı. Sevinmeli miydi? Alnına yazıldığı anlaşılan kara yazı yılların emektarının kolunda vücut bulmuştu. Yüzünü buruşturup baktığı kestaneci ise fark etmemişti bile. Etse ne olacaktı ki? Zararını karşılayamayacak kadar meteliksiz görünüyordu o da. Halden anlardı Selim, yüzü tutmadı istemeye. Ceketinin yanık kısmını görünmeyecek bir yere çevirmeyi deneyip yürümeye devam etti. Kestaneler de mis gibi koktu burnuna ama lüks tüketim ürünüydü onun için. Keşke yanığı gösterip bir avuç kestane isteseydim!
Yol kenarına konulmuş köşedeki banka oturdu bu kez. Bir yanında yaprak ve meyvelerini sonbaharla birlikte bırakmaya başlamış yaşlı bir at kestanesi, diğer yanında az çok parası, hayalleri olan, eli ayağı, en azından aklı tutan insanlarla dolup boşalan bir kafe vardı. Bir iki kez kız arkadaşıyla da gelmişlerdi. Menüleri yirmi yıl öncesinden, çayları erken sabahtan kalmış bir yerdi. Ama müzikleri çok iyiydi. Arada bir şiir bile dinletirdi patron. Patronlar genelde şiir sevmez oysa, onlara uzun metrajlı kazançlar gerekir. Keşke memlekette kalıp babamın bakkalını devralsaydım, ben de patron olabilirdim! Belki yalnız veresiye defteri okurdum; şiir okumak benim neyime?
Kendine yakın oturan iki kızın sözleri çalındı kulağına. “Sonbaharı çok seviyorum. Yapraklar, soğuk, hüzün…Kahven ısıtacak elini, dudaklarından Orhan Veli akıtacak hüznünü. Öyle güzel ki!”
Bir kere Orhan Veli’nin sonbahar hüznüne dair tek bir şiiri yok, sonbaharın da sevilecek bir yanı yok, seviyorum diyen yalan söyler, diye geçirdi içinden.
Bir cevap geldi gaipten -patron şiir dinliyordu-: “En sevdiğim mevsime geldik / Yapraklar sararacak, gök gürültülü yağmurlar yağacak / Sonbahar hüzündür, hüzün ise ben demektir.”
Özdemir Asaf okunurdu bak. Orhan Veli’den daha dışa dönüktü; en azından hüzünlü mevsimlere daha hakimdi şiirleri. Şairler de yalan söylüyor, diye düşündü; ya da fazla hayalperestler!
Dörtlüğü tekrar etti içinden. Hüzün artık Selim demekti, doğruydu aslında. Ancak önermede bir yanlışlık vardı; Selim’in en sevdiği mevsim kesinlikle bu değildi!
Tam bu sırada, ağacın kasıtla hedef aldığına inanacak kadar ‘hüzünle’ doluyken, kafasına isabet eden dikenli, koca at kestanesi selam verir gibi nazikçe yuvarlanıp ayaklarının önüne düştü. Kafasını acı bir inlemeyle tuttu, ayağına gelen fırsatı kaçırmadı; kalkıp kestaneyle güzel bir şut çekti. Bir de bağırıyordu. “Keşke sonbahar hiç gelmeseydi!”
Bir anda tüm seslerin kesildiğini, tüm gözlerin kendine döndüğünü fark eden Selim, başını önüne eğdi. Ceketindeki kara lekeyi gizlemeye çalışarak, at kestanesinin isabet ettiği az önceki kestanecinin üzerine dikilmiş bakışlarını görmezden geldi, bir iki adım attı. Caddenin karşısına geçmek isterken kağıt dolu el arabasını iten kavruk yüzlü, şapkalı, yaşlı adam yolunu kesti. Sana verecek fazladan bir liram yok dayı, demeye hazırlanıyordu ki, amca Forrest Carter’ın kalemiyle vücut bulan sözleri gür sesiyle haykırdı.
“Güz doğanın merhamet zamanıdır. Sana ölmekte olanlar için işleri düzene sokma şansı verir. Hatırlama zamanıdır bu… Pişmanlık duyma ve yapmamış olduğun bazı şeyleri yapma zamanıdır. Söylememiş olduğun şeyleri söyleme zamanı…”
Selim ürkmüştü. Kıpırdayamadı.
Yaya kaldırımından ona doğru gelen sarışın, genç bir kadın başını kaldırıp Mehmet Rauf’tan birkaç satır okudu.
“Eylül!.. Öyle bir ay ki, geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekliydi. Eylül esef ve özlem ayıdır, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp esef eder ve özlem çeker.”
Selim uyanamadığı bir rüyanın ortasında kalmış gibiydi; ne kaçabiliyor ne kalabiliyordu. Tüm cadde duymuş muydu bağırdığını? Toparlanmaya çalıştı, bir iki adım geriledi. Arkasında dikildiğini fark edince irkildiği kestaneci konuştu bu kez -bu adamın Ertürk Akşun’dan alıntı yapabildiğini görmek neredeyse şok etmişti Selim’i-.
“Neden Eylül’ü seviyoruz ki acaba? Kime sorsan, hangi yazara, şaire, sanatçıya, aşığa sorsan seviyordur Eylül’ü. Hüznü seviyoruz biz çünkü… Mutluluğumuzu bile ancak hüzünle ifade edebilen bir geçmişten geliyoruz.”
Sağ yanından geçmekte olan başı bağlı, altmışlarında görünen teyze durdu sonra. İsim vermeden Oktay Akbal’dan bir alıntı yaptı ona bakıp:
“Anılar canlıdır Eylül sabahları. Hep de en üzücü olanlar dirilir nedense! Belki bu yağmur havası uygundur anılara dalmaya… Dalmayıp da ne yapacaksın? Gömül onların içine!”
Zamanlamanın fevkaladeliğinin şaşırttığı kara bulutlar, iri damlalarını bırakmaya başladığında Selim’e çevrilen bakışlar göğe döndü. Telaş içinde yağmurdan kaçtı herkes. Kağıtçı amca arabasını bir saçak altına çekti. Genç kadın fönü bozulmasın diye saçının üstünde tuttuğu çantasıyla köşedeki kafeye sığındı.Kestaneci tezgahını kuytu bir yere çekti. Yanındaki teyze ise gülümseyip ağır aksak kestane ağacının geniş yapraklarının altına sığındı
Şaka mıydı bu?
Selim’in korunma içgüdüsü de bedenini sırılsıklam olmaktan korumak için ilerdeki marketin tentesine kadar sürükledi. Fark etse kaçmazdı, biraz ıslanmaktan ne çıkardı ki?
Büyük bir damla isabet etti burnuna. Gözlerini kırpıştırıp duyduklarını tekrar etti içinden. Selim’in aklında onca düşünce tepinirken bir tanesi diğerlerinin arasından sıyrılıp utanmadan parladı:
“Alıntı yaptıklarını söylemediler. Bu açıkça intihal!”