Michael Andreas Helmuth Ende, 12 Kasım 1929 yılında Almanya‘nın Garmisch-Partenkirchen şehrinde dünyaya gelmiştir. Gerçeküstü resmin temsilcilerinden olan babası Edgar Ende ile fizyoterapist annesi Louise Bartholomew Ende‘nin tek çocuğudur. Altı yaşında ailesiyle birlikte çoğunlukla sanatçıların yaşadıkları bir semte taşınmışlar ve bu dönem ilerideki yazın hayatını oldukça etkilemiştir. Babasının işinin Nazi Almanya’sı tarafından 1936 yılında ‘dejenere’ olarak ilan edilmesinin ardından babası gizli olarak çalışmak zorunda kalmıştır. İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra yazar savaşın dehşetini tüm gerçekliği ile yaşamıştır.
“Sokağımız alevlerin içinde kalmıştı. Ateş çatırdamıyordu, kükrüyordu. Alevler kükrüyordu.Şarkı söyleyerek ve bir sarhoş gibi ateşe çekildiğimi hatırlıyorum. Bir çeşit coşku içindeydim. Hala açıklayamasam da, neredeyse bir güve gibi ateşe atlamayı istiyordum.”
1943’te yaşanan Hamburg bombardımanında ziyaretine gittiği amcası, yaşadığı dehşetin ardından onu Münih’e giden bir trene bindirdi. Ende, hava saldırıları nedeni ile okullar kapatılana dek, yatılı olarak Maximillians Gymnasium‘da kaldı. Daha sonra doğduğu şehre döndü. Burada şiire olan ilgisi ortaya çıktı. Şiir yazmanın yanında şiirsel hareket ve stiller üzerinde de çalışmaya başladı. O dönemde modern şiir yasaklandığından etkilendiği romantik şairlerden Novalis üzerine eğildi.
1944 yılında babasının stüdyosu yandı. 250’yi aşkın eskizi ve resmi yok oldu. Ancak Bavyera Halk Sanatları Müdürü’nün elindeki resimler kurtulabildi. Bombardımanın ardından Michael’in annesi Münih’e taşındı. Babası ise 1945 yılında Amerikalı’lar tarafından esir alındı, ancak kısa bir süre sonra serbest bırakıldı.
16 yaşındayken Micheal da askere çağrıldı. Çağrıya uyan üç sınıf arkadaşı, çarpışmanın ilk gününde hayatlarını kaybettiler. “Bitmeyecek Öykü”nün kahramanı olan Bastian Balthasar Bux’ın, kaybettiği bu arkadaşlarından birinden ilham alınarak oluşturulduğu iddia edilmiştir. Ende, Nazi ordusunun çağrı kağıdını parçalamış ve Münih’te kalarak bir direniş hareketine katılıp kurye olarak görev almıştır.
Savaşın ardından 1946 yılında dilbilgisi okuluna yeniden başlamıştır. Bu dönemde kendisinden büyük bir kıza aşık olması nedeni ile ailesi tarafından Stuttgard’daki Waldorf okulunda eğitimine devam etmek için yollanmıştır. Bu dönemde yazmaya başlamıştır. Çoğunlukla kısa öyküler ve şiirler yazmıştır. Oyunculuk yapmak için de arkadaşlarıyla ilk girişimlerini yapmıştır. Hiroşima‘ya ithaf ettiği ilk oyunu bu döneme aittir, ancak sahnelenmemiştir.
Oyun yazarlığı yapmak istediğine karar vermesinin ardından finansal kaygılar nedeni ile üniversite eğitimini arka plana atmıştır.
1948 yılında Münih Gösteri Sanatları Okulu‘ndan iki yıllık bir burs kazandı. Okuldan ayrıldıktan sonra oyunculuk kariyeri, onu gezici bir tiyatroya dahil etti. Ancak geçici sahnelerde, ciddi olmayan oyunlarda, genellikle yaşlı adamları ve kötü niyetli şovmenleri canlandırmak kariyerini bir hayalkırıklığı ile sonuçlandırdı. Ancak o bunu bir tecrübe olarak görüyordu.
“İyi ve sağlıklı bir deneyimdi. Yazmakla ilgilenen herkes bu tür şeyleri yapmak zorundadır. Rol yapmakla sınırlı kalmak zorunda değilsiniz. Herhangi bir pratik aktivite olabilir, kapakları tamamen doğru olarak kapanan bir dolap yapmayı öğrenmek gibi.”
1952 yılında bir yılbaşı partisinde tanıştığı Ingeborg Hoffman‘ın sayesinde çeşitli kabare gruplarıyla görüştü. Küçük Balık Kabaresi‘nin (Die Kleinen Fische) başkanı Therese Angeloff, Frederich Schiller‘in ölümünün 150. yılı etkinliklerinde Ende’yi görevlendirdi. Shiller’in heykeli ile ilgili yaptığı röportajlar ve çalışmalarından yaptığı alıntılarla hazırladığı program büyük beğeni toplayınca Micheal monologlar yazmaya başladı. Bu dönemde film eleştirmenliği de yaptı.
1950’lerin sonunda Ende ilk romanı “Jim Button”ı (Cim Düğme) yazdı. Masasının başına oturup bir iki cümle yazarak başladığını, bir plan ya da kurgunun olmadığını, düşüncelerini akışına bıraktığını ve yazının da bir macera olabileceğini böylelikle keşfettiğini anlatmıştır sonraları. Çoğunlukla ilhamın gelmesini beklediğini, ilk romanını rafa kaldırmak üzereyken tamamladığını ve yazmanın onun için bir sabır işi olduğunu ifade etmiştir. “Jim Button” çoğu yayımcı tarafından çocuk kitabı olmak için fazla uzun olduğu gerekçesiyle reddedilse de 1960 yılında romanın ilk bölümü olan “Cim Düğme ve Lokomatifçi Lukas” basılmıştır. Bir yıl sonra, romanı ödül aldığında hakkında yedi aylık kira parasını ödemediğinden dolayı dava açılmıştı. Kazandığı ödül parası ile ekonomik olarak rahatlayınca yazarlığa ciddi olarak eğilmeye başladı. 1962 yılında devam kitabı “Cim Düğme ve Vahşi 13’ler”, Hans Cristian Andersen Ödülleri için aday olarak gösterildi ve gençler dalında Berlin Edebiyat Ödülü‘nü kazandı. Her iki kitap da televizyona uyarlandı ve pek çok dile çevrildi.
1964 yılında Ingeborg Hoffman ile Roma’da evlendi. Eşinin isteği ile Hümanist Birliği‘ne katıldı. İnsan hakları gruplarıyla çalışmalar yaptılar. 1985 yılında eşinin ani ölümü üzerine İtalya’dan ayrılarak Münih’e dönmüştür. 1992 yılında yazara mide kanseri teşhisi konulmasının ardından 28 Ağustos 1995 tarihinde 64 yaşındayken hayatını kaybetmiştir.
Ende’nin en önemli eseri 1979 yılında yayınlanan “Bitmeyecek Öykü”dür. Otuzdan fazla dile çevrilmiş ve çok satanlar listelerine girmiştir. Yine 1973 yılında yayınlanan “Momo” da yazarın en bilinen eserlerinden biridir. “Özgürlük Hapishanesi” büyüklere de hitap etmesiyle diğer eserlerindendir bir miktar ayrılmaktadır. Ende her ne kadar çocuk edebiyatçısı olarak adlandırılsa da herkese hitap etmektedir. Kendisi de; “Hikayelerimi içimdeki çocuk ve hepimiz için anlatıyorum… Benim kitaplarım 8 ve 80 yaş arasındaki tüm çocuklar içindir,” demiştir. Çoğu zaman amacının her yaştan insana yönelik kültürel sorunlardan ve manevi bilgilerden söz etmek olduğunu ifade ederek yalnızca bir çocuk edebiyatı yazarı olarak adlandırılmaktan duyduğu hayal kırıklığını ifade etmiştir. Yazarın fantastik olmakla birlikte gerçekle bağını koparmayan eserleri pek çok övgü toplamış ve ödül almıştır. 20. yüzyılın en ünlü Alman yazarlarından biridir.
Yazarın çocukluğundan bu yana Japonya’ya olan ilgisine Japonlar da karşılık vermiş ve 1986 yılında Japon Uluslararası Çocuk Edebiyatı Kongresi‘ne davet edilmiş, 1989’da Tokyo’da “Michael ve Edgar Ende” sergisini açmış, yine aynı yıl Japon asıllı Mariko Sato ile evlenmiştir. Ertesi yıl bir müzede Ende’nin adının verildiği bir bölüm kurulmuş ve Ende de kişisel eşya ve mektuplar bağışlamıştır. Japonların efsane ve hayalet hikayelerini sevmenin yanısıra, onların dünyayı görmenin alternatif bir yolunu bulduklarını düşünüyordu. Kendisi de modern toplumun maddi hayata ne kadar bağlandığına dair eleştirilerini daima ifade etmiştir.
Momo
Zaman kavramı gibi oldukça soyut bir konuyu kurgusuna esas almasına rağmen, ne anlaşılmaz ne sıkıcı! Üstelik ciddiyetle toparlanmış bir olay örgüsünü de içinde barındırıyor. Okurken aynı Kaseopia gibi yarım saat sonra tahmin edeceğimiz olayları bulup çıkararak yazar bizi köşe başlarında atlatıp tüm ipuçlarını finalde tek tek birleştiriyor. Öyle ki, bitirdiğiniz zaman, zamanın aslında akmadığından, Hora Usta’nın bu kitabı elinize bir zaman çiçeği gibi tutuşturup uykuya daldığından şüpheleniyorsunuz. Zaman daha yavaş akıyor sanki, telaş da yavaşça uzaklaşıyor. Yanınızdaki insanları dinlemeye çalışıyorsunuz, her şeyi anlatmalarını diliyorsunuz.
“Momo da karşısındakileri, aptal insanları bile aklına parlak düşünceler getirtecek şekilde dinlerdi. Momo’nun yanında oynanan oyunlar başka hiçbir yerde oynanamazdı.”
Sonra, antik bir tiyatroda, bir araştırma gemisinin içinde, herkesin korktuğu bir canavara karşı şarkı söylemek istiyorsunuz. Çünkü canavarlara şarkı söylemeli, onları dinlemeli ve hatta sevilip sevilmediklerini sormalısınız. Çünkü dünyadaki her şey anlaşılmak ister. İnsanlar yanlış anlaşılmalar yüzünden acı çeker. Hem belki canavarları biz yaratmışızdır, aslında yoklardır.
Momo, küçük bir kızdır. Yaşı sekiz mi on iki mi bilemezsiniz. Üzerindeki sağlam ceketin kollarını kesmez, nasılsa büyüyeceğim diye katlar. Elindekiyle yetinir. Zamanı boldur, çünkü zamanın kıymetini bilir. Zaman ancak gerçekten yaşayanlarca anlaşılabilir.
“Yaşanılan gün içinde çok büyük bir sır vardır. Bu büyük sır zamandır. Onu ölçmek için saatler ve takvimler yapılmıştır, ama bunlar hiçbir şey ifade etmez. Herkes çok iyi bilir ki, bazen bir saatlik süre insana ömür kadar uzun gelirken, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Çünkü zaman, yaşamın kendisidir. Ve yaşamın yeri yürektir.”
Bakalım Momo, zamanlarının çalındığını bile fark etmeyen kentlilere yardım edebilecek midir? Okuyup öğrenelim. Felsefeyle harmanlanmış muhteşem bir modern çağ eleştirisi. Tabii ki çok eğlenceli ve heyecanlı bir masal!
Bitmeyecek Öykü
Hepimiz çocuk olduk. Kimi zaman kendimizi sevmedik, beğenmedik, bir başkası olmak istedik. Dalga geçtik veya geçildik. Yetersiz hissettik. Ailemizin sevgisinden bile şüphe ettik. Kaçıp gitmek, unutmak istedik. Cesaretimiz olmadı, hatalarımızı bile kabullenemedik. Başkalarının iyiliğimiz için söylediklerini bile kendimize ihanet kabul ettik.
Bastian Balthasar Bux da öyle bir çocuk. Buna rağmen Fantazya’nın Çocuk İmparatoriçesi’nin yardıma ihtiyacı var. Ve yardım edebilecek tek kişi o. Yardım etmeye cesareti olup olmadığından emin olmasa da bakır renkli İpek ciltli kitabın içinde yaşanan yolculuk neler anlatacaktır, kitaplar gerçekten ne anlatır? “Ne istersen onu yap” ne demektir? İnsan en çok ne ister?
Hepsinin cevaplarını alabileceğiniz, yalnız ve içine kapalı çocuklar için, ilaç niyetine bir masal. Anlatılamayacak kadar güzel, naif ve güçlü. Sadece okuyun, kaç yaşında olursanız olun!
Merhabaa!!Micheal Ende ile tanıştığıma çok çok memnun oldum:)Momoyu hatırladığım kadarıyla okumuştum sanki karıştırıyorda olabilirim:)Ama her ii hikayeyi tekrardan okuyacağım farkında olarak..
Momo’yu okuduysanız, çok şanslı bir çocukluk geçirmişsiniz demektir. Ama mutlaka Bitmeyecek Öykü’yü de tavsiye ederim. Yorumunuz için de çok teşekkür ederiz.☺