“Dünya, düşünenler için komedi, hissedenler için trajedidir.”
Horace Walpole
Horace Walpole tarafından 1764 yılında yazılan “Otranto Şatosu”, İngiliz gotik edebiyatının başlangıcı olarak kabul edilir. Gotik terimini, aydınlanma çağıyla birlikte resim ve mimariden edebiyat dünyasına taşıyan Walpole, ayrıca “Hiyeroglif Masallar” kitabıyla birlikte ilk İngiliz sürrealist metnin yazarıdır. Gelin öncelikle yazarı biraz tanıyalım:
24 Eylül 1717 yılında doğan Horace, İngiltere’nin ilk başbakanı olan Robert Walpole’un oğludur. Asıl adı Horatio’dur ve ölen yeğeni 3. Oxford kontundan sonra Kont olmuştur. Eton ve Cambridge’de eğitim gördükten sonra Avrupa’yı dolaşmış ve babası gibi politikaya girmiştir. Ancak siyaset pek ilgisini çekmemiş; dedikodu yapmış, sanat eserleri toplamış ve kendi özel matbaasını kurmuştur.
1747’de satın aldığı Twickenham’daki Strawberry (Çilek) tepesindeki villasını, büyük paralar harcayarak ve pek çok değerli sanat eseri toplayarak gotik bir mabede dönüştürmüştür. “Otranto Şatosu” da burada gördüğü bir rüyayla ortaya çıkmıştır. Kendisi bunu şöyle anlatır:
“Geçen Haziran‘ın başlarında bir sabah bir düşle uyandım ve bu düşten anımsayabildiğim tek şey kendimi eski bir şatoda görmem (Gotik öykülerle dolu benimkisi gibi bir beyin için çok doğal bir düş) ve büyük bir merdivenin en üst basamağında devasa bir zırhlı ele bakmamdır. Akşam üstü oturup yazmaya koyuldum, neler söyleyeceğimi ve anlatacağımı hiç bilmeden.”
Ancak yazar, hikayesine koyduğu, gerçek üstü ve pek de naif olmayan unsurların nasıl karşılanacağını bilmediği için, ilk baskılarda kendi ismini kullanmamıştır. Hatta ilk baskının kapağında “Otranto Aziz Nicholas Kilisesi Heyeti üyesi Onuphrio’nun yazdığı İtalyanca aslından William Marshall tarafından çevrilmiştir,” şeklinde bir açıklamayla yayınlanmıştır. Beğeniler artınca kendisinin yazdığını kabul etmiştir. “Hiyeroglif Masallar” isimli kitabını da yalnız altı nüsha basmış ve kendine saklamıştır. Düşüncelerinin aykırılığına rağmen pek cesur olduğunu söyleyemeyiz sanırım. Tabii bu cüretkar değerlendirmeyi yaparken henüz engizisyon mahkemelerinin yürürlükte olduğunu da hatırlatmalıyız.
Bir dedikoduya göre ise, kitap on bir ya da on üçüncü yüzyılda İtalyan yazar Uniphiro Moralto tarafından yazılmış, Walpole tarafından içeriği ve ismi değiştirilmiştir.
Eserin el yazması, 1529 yılında Napoli’de bir evde bulunmuş ve böylece keşfedilmiştir. Yazarın ‘serendipity’ (tesadüfen faydalı bir şey bulmak) terimini metinlerinde ilk olarak kullanan kişilerden biri olduğunu da düşünürsek, bu tesadüfün hoş ve anlamlı olduğunu da iddia edebiliriz sanırım.
Belki günümüz için klişe ve melodram sayılabilecek bu uzun hikaye, dönemi dikkate alınarak okunduğunda beklentilerinizi belki karşılayabilir. Karakterler yüzeysel, diyaloglar fazlaca şiirsel, tesadüfler olay akışlarında gereğinden çok etkili olduğundan hayal gücü fazlasıyla gelişmiş günümüz okuyucusuna pek hitap etmese de döneminde pek çok kişiye, özellikle kadın gotik yazarlara (Mary Shelly, Ann Radcliffe, Anna Letitia Barbaud, Lucy Aikin…) ilham kaynağı olmuştur.
Gotik edebiyatın temel unsuru olan; mekana ve doğa üstü olaylara dayalı, bilinmeyene dair, boşluklarla harlanan korku ve dehşeti aktarmaktaki başarısıyla türünün ilk metni olarak kabul edilmiştir. Şatolar, gizli geçitler, tablolardan çıkan hayaletler, lanetler, nereden geldiği belli olmayan olağanüstü eşyalar, intikam için dönen ruhlar, saf bakireler, dindar ve kutsanmış kadınlar, asil köylüler, kan ağlayan heykeller, hırsla yanan ve sonunda hatasını anlayan yöneticilerle ilerleyen hikaye; gotik bir atmosferi sonuna kadar yansıtıyor.
Hikayede, belki de ortaya çıkan Aydınlanma Çağı düşüncesinin etkisiyle; kadının kocasına mutlak bağlılığının da sorgulandığını düşünebiliriz. Kötü karakterimiz Manfred, ölen oğlunun nişanlısıyla evlenmek için karısına boşanmak istediğini söylediğinde, Hippolita danıştığı Papaz’ın itirazlarına rağmen anlamsız bir şekilde mutlak bağlılıkla davranmaya devam ediyor. Ayrıca halkın ne kadar şak şakçı, insanların doğaüstü olaylar karşısında ne kadar korkak olduğunu da eleştirmeden geçmiyor. Dönemine göre eleştiri cesareti olduğunu -yukarıdaki açıklamalar ışığında- söyleyebiliriz.
Gelelim bu uzun hikayenin konusuna.
Otranto prensi Manfred, iki çocuğundan biri olan tek varisi, soyunun devamının tek garantisi, hastalıklı ve zayıf oğlu Conrad‘ı güzeller güzeli, ahlaken çok üstün meziyetlere sahip kızı Matilda’dan açıkça daha çok sevmektedir. Conrad’ı Vicenze Markisi’nin kızı Isabella ile alelacele evlendirmek istemesini herkes bir kehanete bağlar: “Asıl sahibi orada yaşayamayacak kadar büyüdüğünde, Otranto Şatosu ve lordluğu mevcut ailenin elinden çıkacak.”
Düğünden hemen önce ürkütücü Otranto Şatosu’nun şapelinde toplanmış kalabalıkla birlikte bekleyen Manfred, beklenen Conrad’ın ortadan kaybolmasının sebebini sorarken hizmetkarların getirdiği haberle yıkılır: Conrad’ın üzerine nereden geldiği belli olmayan kocaman bir miğfer düşmüş ve ölmüştür. Şatonun hanımefendisi iyi Hippolita kendini kaybederken, kızı Matilda ve genç gelini Isabella onu avutmaya çalışırlar. Manfred olayın aslını araştırırken bir köylü miğferin St. Nicholas kilisesindeki İyi yürekli Alfonso’nun heykelindeki miğfere benzediğini söyler. Bunun üzerine önce halk köylüye hak verirken Prens, farklı anlaşılmasından korkarak köylüyü büyücülükle ve oğlunu katletmekle suçlar. Halk da fikrini değiştirip Prense destek verir; genç adam miğferin altına hapsedilir. Manfred, kehanetin gerçekleşmesinden korktuğu için bir plan yapar, Isebella’yla kendi evlenecektir. Sonradan öğrenileceği üzere Isabella’nın seçilmesinin de özel bir anlamı vardır. Gelinini çağırtıp niyetini açıklar. Saf bakire durumdan kurtulmak için kaçar, kiliseye çıkan gizli geçidi ararken Manfred da resminden çıkıp kendisini korkutan dedesiyle karşılaşır.
Isabella, geçidi ararken kaçmış olan köylü son derece asil bir şekilde kıza yardım eder, ancak gizli geçidin kapısı elinden kayar ve genç kızın peşinden gidemez. Prens ve hizmetkarlar onu bulup sorgularken iki muhafız gelir ve zırh giymiş bir devin elini gördüklerini söylerler. Köylü, korkan hizmetkarların aksine, Prense eşlik etmeyi teklif eder. Manfred bu soylu davranışla duygulansa da ondan şüphelenir. Dev zırhı bulamazlar, ama köylüyü şatosunda ağırlamaya karar verir.
Kızı Matilda, kardeşinin ölümünden sonra konuşmaya gittiği babasının kendine ve annesine karşı tavrını ve sözlerini anlayamadığı için tedirgindir. Isabella’nın neden kaçtığını öğrenmek istemektedir. Odasının altından gelen sesi merak ederek, nedimesi Bianca’nın da cesaretlendirmesiyle konuşur; bu kişi köylüdür.
Ertesi gün kilisenin papazı gelir. Isabella’nın kaçtığını ve Prens’in niyetini öğrendiğini söyler. Prens, kiliseye çok bağlı olan karısını şüpheli bir gerekçeyle boşanmaya ikna etmesini ister. Bu sırada köylünün Papaz Jerome‘un kayıp oğlu olduğu ortaya çıkar.
Papazı kiliseye Isabella’yı ikna için yollayan Manfred, köylüyü de hapseder. Matilda, Isabella’nın kaçışına anlam veremediği gibi babasının da tavrını gerekçelendiremez; hapsedilen köylü giysileri içindeki Theodore’a acır ve kim olduğunu bilmeden serbest bırakır. Bir yandan da onun İyi yürekli Alfonso’ya ne kadar çok benzediğini düşünmektedir. Theodore da bu görüşmede Matilda’nın güzelliğine ve erdemine hayran olur.
Hikaye, Isabella’nın velisi olduğunu iddia eden üç gizemli şövalyenin çıkıp gelmesiyle, Isabel’in öldü sandığı babasını bulmasıyla, Manfred’in topraklarını kaybetmemek için, Isabella’nın babasına kızı Matilda’yı teklif edip çifte düğün yapma arzusunu bildirmesiyle devam eder. Isabella genç ve yakışıklı köylü Theodore’dan yine yardım görür, ona hayranlık duymaya başlar ve babasını yanlışlıkla yaralaması üzerine hep birlikte şatoya dönmek zorunda kalırlar. Prens’in eşi olan Hippolita, kocasına tahtı bırakıp kilisenin hizmetine girmeyi teklif etse de reddedilince, peder Jerome’un tüm muhalefetine rağmen kocasının buyruklarını kabul eder.
İki genç kız, Theodoro’a hayranlığını dile getirir; Isabella, onun gönlünün Matilda’da olduğunu gizlemez. Ama kaderlerine karşı çıkmamaları için Hippolita tarafından uyarılırlar.
Isabella’nın babası da Hanımefendi’yle konuşmak için odasına gittiğinde daha önce karşılaştığı ve bu yolculuğa çıkmasını öğütleyen keşişin hayaletiyle karşılaşıp Matilda’dan vazgeçmesi için uyarılır.
Bir vesileyle, Theodor ve Matilda kilisede karşılaşırlar, kavuşamayacaklarını düşünürler. Ancak onları gören, gözü dönmüş Manfred, Isabella’nın kendisini reddedişinin sebebinin Theodore olduğunu sanarak öfkelenir ve Isabella olduğunu düşündüğü kızını hançerler.
Sonrasında şatoya dönerler. Manfred ne yaptığını fark edince af dilemek ister. Bu sırada bir yıldırım şatoyu yerinden oynatır. Son zamanlarda sık sık ama parça parça görünen dev zırh yıkıntıların arasından çıkarak Alfonso olduğunu, varisinin de Theodore olduğunu açıklar. Babası, buna ilişkin hikayeyi anlatırken Manfred da atalarının toprakları nasıl ele geçirdiğini anlatır. Sonunda soyu kurumuş olarak dindar karısıyla birlikte kiliseye yerleşirler, tahtı asıl sahibine bırakırlar. Tahta en yakın akraba olan Isabella’nın babası kızıyla evlenmesini telif etse de Theodoro acısının taze olduğunu ileri sürerek bunu reddeder.
“Bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı,” replikleri kulağınızda çınlar. “Eden bulur,” sözüne hak verip bir sonraki gotik esere geçersiniz.
Keyifli okumalar!